"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
1. Taraflar arasında “tapu iptali ve terkin” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, (Kapatılan) ... Asliye Hukuk Mahkemesince davanın hak düşürücü süre nedeniyle reddine ilişkin önceki karar kesinleştiğinden yeniden hüküm kurulmasına yer olmadığına ilişkin olarak verilen karar davacı Hazine vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 8. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davacı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:
I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
4. Davacı Hazine vekili dava dilekçesinde; ... ilçesi, ... Mevki, ... Gölü kıyısında bulunan 27 pafta, 6080 parsel sayılı taşınmazın tapuda davalı adına kayıtlı olduğunu, ancak taşınmazın ... Valiliği Kıyı Tespit Komisyonu tarafından belirlenen ve Bayındırlık Bakanlığınca 15.02.1994 tarihinde onaylanan kıyı kenar çizgisi kapsamında kaldığını, kıyıların ise özel mülkiyete konu olamayacağını ileri sürerek, tapu kaydının iptali ile taşınmazın kıyı olarak sicilden terkinine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı Cevabı:
5. Davalı ... cevap dilekçesinde; dava konusu taşınmazı tapu kaydına güvenerek iktisap ettiğini, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 1023. maddesi uyarınca iktisabının korunması gerektiğini, Kıyı Tespit Komisyonu kararının kendisine tebliğ edilmediğini, kaldı ki idare tarafından kıyı kenar çizgisinin belirlendiği tarihin üzerinden on yıldan fazla bir sürenin geçtiğini, taşınmazın tamamının kıyı olarak değerlendirilmesinin mümkün olmadığını, Devletin güvencesi altında bulunan mülkiyet hakkının korunması gerektiğini belirterek, davanın reddini savunmuştur.
İlk Derece Mahkemesi Birinci Kararı:
6. (Kapatılan) ... Asliye Hukuk Mahkemesinin 29.12.2009 tarihli ve 2009/29 E., 2009/181 K. sayılı kararı ile; dava konusu taşınmazın 1482 parselden ifraz suretiyle oluştuğu, 1482 parsele ait tespit tutanağının ise 23.05.1961 tarihinde kesinleştiği, 5841 sayılı Kanun’un 2 ve 3. maddeleri ile 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12 maddesinin 3. fıkrasına eklenen “Bu hüküm, iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet veya diğer kamu tüzel kişileri dahil, tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanır” hükmü ile Geçici 10. maddesindeki “Bu Kanunun 12'nci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü, Devletin hüküm ve tasarrufunda olduğu iddiası ile yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalarda dahi uygulanır” hükmü uyarınca eldeki davanın on yıllık hak düşürücü süreden sonra açıldığı gerekçesiyle reddine, davacı Hazine harçtan muaf olduğundan harç alınmasına yer olmadığına, yapılan giderlerin davacı üzerinde bırakılmasına, davalı vekili için 575TL vekâlet ücretinin davacıdan tahsiline karar verilmiştir.
Özel Daire Birinci Bozma Kararı:
7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı Hazine vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
8. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 31.05.2010 tarihli ve 2010/5310 E., 2010/6245 K. sayılı kararı ile;
“…Dosya içeriği ve toplanan delillerden; çekişmeli 6080 parsel sayılı taşınmazın 23.05.1961 tarihinde kesinleşen kadastro tespitine dayalı olarak tescil edildiği, davanın ise 30.03.2005 tarihinde açıldığı buna göre davanın hak düşürücü süre sebebiyle reddine karar verilmiş olması doğrudur. Hazinenin bu yöne ilişkin temyiz itirazı yerinde değildir. Reddine,
Ancak hemen belirtilmelidir ki, bir taraf, dava açıldığı andaki mevzuata ve içtihat durumuna göre davasında haklı olup da, dava açıldıktan sonra yürürlüğe giren (geçmişe etkili) yeni bir yasa hükmü ya da yeni bir İnançları Birleştirme Kararı gereğince davayı kaybederse, davada haksız çıkmış olmasına rağmen, yargılama giderlerinden sorumlu tutulamaz.
Anılan bu kural yasal ve yargısal uygulamada kararlılık kazanmıştır.(Baki Kuru, Hukuk Usulü Muhakemeleri 5. cilt, sayfa 5338, dipnot 159; 10. H.D. 21/12/1976, 8770/8739 ve dipnot 160: 5. HD 12/09/1977, 5445/5655 dipnot 161: 10.HD 24/02/1976, 6296/1297) Ayrıca, her dava açıldığı tarihteki koşullara bağlıdır. Öte yandan avukatlık ücreti 29.05.1957 tarih ve 4/16 sayılı İnançları Birleştirme Kararı uyarınca yargılama giderlerinden sayılır.
Hal böyle olunca, mahkemece yapılan keşif sonucu çekişmeli bölümlerin kıyı kenar çizgisi içinde bulunduğu ve dava tarihinde davacı hazinenin haklı olduğu anlaşıldığına ve yargılama sırasında yürürlüğe giren 5841 sayılı yasa gereğince dava reddedildiğine göre davalının tüm yargılama giderlerinden ve avukatlık ücreti ile maktu harçtan sorumlu tutulması gerekirken aksine yazılı düşüncelerle yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir.
Öyleyse davacı hazinenin yukarıda değinilen yargılama giderleri, avukatlık ücreti ve maktu harç açısından temyiz itirazı yerindedir…” gerekçesiyle karar bozulmuştur.
İlk Derece Mahkemesi İkinci Kararı:
9. (Kapatılan) ... Asliye Hukuk Mahkemesinin 02.06.2011 tarihli ve 2011/27 E., 2011/373 K. sayılı kararı ile bozma kararına uyulmuş ve önceki karar kesinleştiğinden yeniden hüküm kurulmasına yer olmadığına, harç, yargılama gideri ve davacı vekili için takdir edilen vekâlet ücretinin davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Özel Daire İkinci Bozma Kararı:
10. Mahkemenin yukarıda belirtilen ikinci kararına karşı süresi içinde davacı Hazine vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
11. Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 03.10.2013 tarihli ve 2012/12162 E., 2013/14117 K. sayılı kararı ile; “…Mahkemece, hak düşürücü süreden davanın reddine ilişkin hüküm önceden kesinleştiğinden yargılama gideri ve vekalet ücretinin davalıdan tahsiline karar verilmesi üzerine; hüküm, davacı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Hemen belirtilmelidir ki, mahkemenin kararı 5841 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 14.03.2009 tarihinden sonra verilmiş olup; bu Kanunun 2. ve 3. maddeleri ile getirilen yeni düzenlemelere dayanılarak oluşturulmuştur.
14.03.2009 tarihinde yürürlüğe giren 25.02.2009 günlü 5841 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 2.maddesi ile 3402 sayılı Kanunun 12. maddesinin 3. fıkrasına eklenen cümlede: "bu hüküm iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet ve diğer kamu tüzel kişileri dahil tarafların sıfatına bakılmaksızın" ve 3. maddesi ile aynı Kanuna eklenen Geçici 10. maddesinde ise; “Bu Kanunun 12.maddesinin 3. fıkrası hükmü Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalarda dahi uygulanır.” şeklindedir. Bu değişiklik nedeniyle bu yasanın yürürlük tarihinden sonra Hazinenin açtığı davalarda da 10 yıllık hak düşürücü süre uygulanmaya başlanmıştır.
Ne var ki, Yerel Mahkeme kararının kesinleşmesinden önce Anayasa Mahkemesi'nin 12.05.2011 gün ve 2009/31 E. 2011/77 K. sayılı kararıyla; “25.02.2009 gün ve 5841 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 2. maddesiyle 21.06.1987 günlü 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun 12. maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen cümlenin ve 3.maddesiyle 3402 sayılı Yasaya eklenen Geçici 10. maddenin Anayasaya aykırı olduğuna ve iptaline” karar verilmiş ve bu iptal kararı 23.07.2011 tarihli Resmi Gazetede yayımlanmıştır.
Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararlarının yasama, yürütme ve yargı organları ile idari makamlar, gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı açıktır.
Diğer taraftan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 33.maddesinde yer alan “Hakim, Türk hukukunu resen uygular” hükmü ile ifadesini bulan yasal ilke gözetildiğinde; Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararlarının derdest dosyalar yönünden uygulanmasının zorunluluğu ortadadır.
Öyle ise, kesin hüküm halini almamış ve kazanılmış hakkın istisnasını teşkil eden bu durum karşısında 5841 sayılı Yasa hükümleri uyarınca davanın reddine ilişkin olarak kurulan hükmün, verildiği tarih itibariyle doğru olduğu düşünülse ve ayrıca Anayasanın 153. maddesine göre iptal kararı geriye yürümez ise de 10.3.1969 gün ve 1/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının gerekçe bölümünde belirtildiği üzere iptal, kesin şekilde çözüme bağlanmış uyuşmazlıkları etkilemez ve henüz anlaşmazlık hali devam ediyorsa iptalin kapsamına girer. Bu durumda davanın hak düşürücü süreden reddine ilişkin kurulan kararın Anayasa Mahkemesi'nin anılan iptal kararından sonra doğru olduğu söylenemez. Zira, kamu düzeninin söz konusu olduğu bütün haller istisnanın kapsamına girer.
Hal böyle olunca, Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararı sonucu oluşan durumun eldeki maddi anlamda kesinleşmemiş ve derdest olan davaya da uygulanması zorunlu olup, kamu malları ile ilgili davalar aynı zamanda kamu düzeni ilkesini de içermektedirler. Bu nedenle Mahkemece, yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararından sonra oluşan yeni yasal durum dikkate alınarak, inceleme yapılıp sonuca ulaşılması gerektiğinde kuşku bulunmamaktadır.
Somut olayda; dava konusu taşınmazın, 28.11.1997 tarih 5/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına uygun olarak belirlenen kıyı kenar çizgisine göre devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olduğu saptanmış olduğundan davanın kabulüne ve 19.01.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6099 sayılı Yasanın 16. maddesiyle 3402 sayılı Yasanın 36. maddesine bazı ilaveler getiren 36/A maddesi hükmüne göre kadastro işlemleri sebebiyle açılan davalar nedeniyle yargılama giderlerinden ve avukatlık ücretinden davalı tarafın sorumlu tutulamayacağına karar vermek gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru değildir…” gerekçesiyle karar oy çokluğu ile bozulmuştur.
Direnme Kararı:
12. ... Asliye Hukuk Mahkemesinin 10.04.2014 tarihli ve 2014/35 E., 2014/113 K. sayılı kararı ile; ilk kararın esas yönünden, yani davanın hak düşürücü süre nedeniyle reddine ilişkin kısmı yönünden Yargıtay 1. Hukuk Dairesi tarafından onanarak kesin hüküm hâline geldiği, kesin hükmün Yargıtay için de bağlayıcı olduğu ve bozma kararına konu yapılamayacağı, önceki kararın usul ve yasaya uygun olduğu gerekçesiyle ilk hükümde direnilmesine, verilen ilk karar kesinleştiğinden yeniden karar verilmesine yer olmadığına, harç ve yargılama gideri ile davacı Hazine vekili için takdir edilen vekâlet ücretinin davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunun Bozma Kararı:
13. Direnme kararı süresi içinde davacı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
14. Hukuk Genel Kurulunun 13.12.2017 tarihli ve 2017/8-1616 E., 2017/1707 K. sayılı kararı ile; mahkemece davanın esası hakkında yeniden karar verilmesine yer olmadığına karar verilerek, sadece davanın fer'î niteliğindeki yargılama gideri, vekâlet ücreti ve harç yönünden kurulan hükmün tek başına infaz kabiliyetinin bulunmadığı ve usul hükümlerine uygun olmadığı gerekçesiyle, sair temyiz itirazları incelenmeksizin hüküm usulden bozulmuştur.
İkinci Direnme Kararı:
15. ... Asliye Hukuk Mahkemesinin 10.07.2018 tarihli ve 2018/177 E., 2018/359 K. sayılı kararı ile; Hukuk Genel Kurulu kararında belirtilen usule ilişkin eksiklik giderilmek ve önceki gerekçe tekrar edilmek suretiyle yeniden direnme kararı verilmiştir.
İkinci Direnme Kararının Temyizi:
16. Direnme kararı süresi içerisinde davacı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
II. UYUŞMAZLIK
17. Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; yerel mahkemece davanın hak düşürücü süre nedeniyle reddine ilişkin olarak verilen ilk kararın Yargıtay 1. Hukuk Dairesince sadece yargılama giderlerine hasren bozulması karşısında, bozma kararına uyulmak suretiyle verilen kararın davalı yararına usulî kazanılmış hak oluşturup oluşturmadığı, burada varılacak sonuca göre 25.02.2009 tarihli ve 5841 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 2. maddesiyle 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12. maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen cümlenin ve 3. maddesiyle 3402 sayılı Kadastro Kanunu’na eklenen Geçici 10. maddenin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline ilişkin olarak verilen Anayasa Mahkemesinin 12.05.2011 gün ve 2009/31 E., 2011/77 K. sayılı kararının eldeki davada uygulanmasının gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE
18. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası(Anayasa)’nın “Kıyıdan yararlanma” başlıklı 43. maddesi;
“Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır.
Deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir.
Kıyılarla sahil şeritlerinin, kullanılış amaçlarına göre derinliği ve kişilerin bu yerlerden yararlanma imkan ve şartları kanunla düzenlenir” şeklindedir.
19. 3621 sayılı Kıyı Kanun’nun “Tanımlar” başlıklı 4. maddesinin ilgili kısmında;
“…Kıyı Kenar çizgisi: Deniz, tabii ve suni göl ve akarsularda, kıyı çizgisinden sonraki kara yönünde su hareketlerinin oluşturulduğu kumluk, çakıllık, kayalık, taşlık, sazlık, bataklık ve benzeri alanların doğal sınırını,
Kıyı: Kıyı çizgisi ile kıyı kenar çizgisi arasındaki alanı…” ifade edeceği,
Aynı Kanun’un “Genel esaslar” başlıklı 5. maddesinin ilgili kısmında;
“…Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Kıyılar, herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır,
Kıyı ve sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir.
Kıyıda ve sahil şeridinde planlama ve uygulama yapılabilmesi için kıyı kenar çizgisinin tespiti zorunludur…” şeklinde düzenleme bulunmaktadır.
20. 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun “Kadastro tutanaklarının kesinleşmesi ve hak düşürücü süre” başlıklı 12. maddesinin 3. fıkrasındaki düzenleme “Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz” şeklinde iken, 25.02.2009 tarihinde kabul edilen 5841 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 2. maddesi ile 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin 3. fıkrasına “Bu hüküm, iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet veya diğer kamu tüzel kişileri dahil, tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanır” cümlesi eklenmiş ve yine aynı Kanun’un 3. maddesi ile 3402 sayılı Kanun’a eklenen geçici 10. madde ile “Bu Kanunun 12 nci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü, Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalarda dahi uygulanır” düzenlemesi getirilmiş ise de 5841 sayılı Kanun’un 2. maddesi ile 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12. maddesinin 3. fıkrasına eklenen cümle ve 3. maddesi ile eklenen geçici 10. maddesindeki hükmün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmuş ve Anayasa Mahkemesince 12.05.2011 tarihli ve 2009/31 E., 2011/77 K. sayılı karar ile anılan hükümlerin iptaline karar verilmiştir.
21. Anayasa Mahkemesinin 12.05.2011 tarihli ve 2009/31 E., 2011/77 K. sayılı kararında; iptale konu kuralların uygulanması hâlinde kıyı ya da orman niteliğinde olduğu belirlenen alanlar kadastro işlemleri sırasında özel mülk olarak tespiti yapılmış ve kadastro işlemlerinin kesinleşmesinden itibaren on yıldan daha fazla bir süre geçmiş ise bu alanlara ilişkin olarak kamu idaresi tarafından tapu iptali davası açılma olanağının ortadan kalkacağı, böylece kıyı ya da orman alanına dâhil olan bir taşınmaz üzerinde özel mülkiyetin mümkün hâle geleceği, Anayasa'nın 43 ve 169. maddelerinde temel bir değer olarak çevrenin korunması ve herkesin çevreden eşit şekilde yararlanması hakkını güvence altına almak amacıyla kıyıların ve ormanların devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu belirtilerek bu alanlarda özel mülkiyetin yasaklandığı, bu nedenle belli bir sürenin geçmesiyle söz konusu alanlarda özel mülkiyet edinilmesinin olanaklı olmadığı belirtilerek anılan hükümlerin Anayasa'nın 43 ve 169. maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle iptaline karar verilmiştir.
22. Anayasa’nın 153. maddesi uyarınca, Anayasa Mahkemesinin iptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamamakta ve ancak Resmî Gazete’de yayımlandıktan sonra yürürlüğe girmektedir. Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının yasama, yürütme ve yargı organları, idari makamlar, gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı açıktır. Diğer taraftan, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 33. maddesinde “Hâkim, Türk hukukunu re'sen uygular” şeklinde ifadesini bulan yasal ilke gözetildiğinde; Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının kesin hüküm hâlini almamış derdest dosyalar yönünden uygulanmasının zorunluluğu ortadadır.
23. Bu durumda öncelikle üzerinde durulması gereken husus, yerel mahkeme kararının Yargıtay Özel Dairesince sadece, harç, yargılama gideri ve vekâlet ücretine yönelik bozulmasından sonra, bozma kararının kapsamı dışında kalan kısımların dayanağını oluşturan yasal düzenlemelerin Anayasa Mahkemesinin iptal kararına konu olması üzerine bozma kararına uyulmakla usule ilişkin kazanılmış haktan bahsedilip bahsedilemeyeceği meselesidir.
24. Konuya açıklık getirmek için öncelikle usulî kazanılmış hak kavramı üzerinde durulmasında yarar vardır.
25. “Usulî kazanılmış hak” kavramı, davaların uzamasını önlemek, hukukî alanda istikrar sağlamak ve kararlara karşı genel güvenin sarsılmasını önlemek amacıyla Yargıtay uygulamaları ile geliştirilmiş, öğretide kabul görmüş ve usul hukukunun vazgeçilmez, ana ilkelerinden biri hâline gelmiştir. Anlam itibariyle, bir davada, mahkemenin ya da tarafların yapmış olduğu bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan hakkı ifade etmektedir.
26. Mahkemenin, Yargıtay’ın bozma kararına uyması ile bozma kararı lehine olan taraf yararına bir usulî kazanılmış hak doğabileceği gibi, bazı konuların bozma kararı kapsamı dışında kalması yolu ile de usulî kazanılmış hak gerçekleşebilir. Ne var ki, davadaki taleplerden biri hakkındaki Yargıtay’ın bozma kararının kapsamı dışında kalması (kısmi onama) ile kesinleşmesi nedeniyle doğan usulî kazanılmış hakkı, maddi anlamda kesin hüküm (HMK m. 237) ile karıştırmamak gerekir. Maddi anlamda kesin hükümde, mahkeme (ve Yargıtay) davadan elini tamamen çekmiş (dava bitmiş, kesin biçimde sonuçlanmış) durumdadır. Oysa, davadaki taleplerden biri hakkındaki kararın bozma kararının kapsamı dışında kalması nedeniyle kesinleşmesi hâlinde, mahkeme davadan elini henüz çekmiş durumda değildir. Çünkü, mahkeme hakkındaki karar bozulan taleple ilgili olarak davaya devam etmektedir. Bu davada hakkındaki karar kesinleşmiş olan taleple ilgili olarak (maddi anlamda kesin hüküm nedeniyle değil) usulî kazanılmış hak nedeniyle inceleme yapılamamaktadır. Ancak usulî kazanılmış hakkın istisnalarından birinin varlığı hâlinde, hakkındaki karar bozmanın kapsamı dışında kalması nedeniyle kesinleşmiş olan talep hakkında da mahkemece inceleme yapılabilir ve yeni bir karar verilebilir (Kuru, Baki: Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6. Baskı, ... 2001, Cilt 5, s. 4770).
27. Yargıtay içtihatları ile kabul edilen “usulî kazanılmış hak” olgusunun, birçok hukuk kuralında olduğu gibi yine Yargıtay içtihatları ile geliştirilmiş istisnaları bulunmaktadır. Mahkemenin bozmaya uymasından sonra yeni bir içtihadı birleştirme kararı ya da geçmişe etkili bir yeni kanun çıkması karşısında, Yargıtay bozma ilamına uyulmuş olmakla oluşan usulî kazanılmış hak hukukça değer taşımayacaktır. Benzer şekilde; uygulanması gereken bir kanun hükmü, hüküm kesinleşmeden önce Anayasa Mahkemesince iptaline karar verilirse, usulî kazanılmış hakka göre değil, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra oluşan yeni duruma göre karar verilecektir. Bu husus 28.06.1960 tarihli ve 21/9 sayılı Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kararı (YİBK)’nda da “...Sonradan çıkan içtihadı birleştirme kararının, temyiz mahkemesinin bozma kararına uyulmakla meydana gelen usule ait müktesep hak esasının istisnası olarak, henüz mahkemede veya temyiz mahkemesinde bulunan işlere tatbiki gereklidir...” şeklinde ifade edilmiştir. Anayasa Mahkemesi iptal kararlarında da aynı ilke geçerlidir. Zira Anayasa Mahkemesinin iptal kararları usulî kazanılmış hakların istisnasını teşkil ederler (Hukuk Genel Kurulunun 23.01.2013 tarihli 2012/1-692 E., 2013/138 K. sayılı ve 11.02.2020 tarihli 2017/8-1881 E., 2020/127 K. sayılı kararları).
28. Anayasa Mahkemesi de usulî kazanılmış hak kavramına ilişkin olarak, Yargıtay içtihadının kararlı ve yerleşik bir biçimde uygulandığını, bu içtihadın öngörülebilir, belirli ve ulaşılabilir olduğunda kuşku bulunmadığını, dolayısıyla bozma kararı sebebiyle nihai anlamda sonuçlanmış bir karardan söz edilemeyeceğine göre sonradan Anayasa Mahkemesinin iptal kararı gözetilerek karar verilmesinin hukukî belirlilik ilkesi yönünden sorun teşkil etmediğini belirtmiştir (Halil Kadri Buldanlıoğlu ve Necip Buldanlıoğlu, B. No: 2015/10533, 4.4.2018, § 56-63).
29. Yapılan açıklamalar ışığında somut olaya gelince; her ne kadar mahkemece davanın hak düşürücü süre nedeniyle reddine ilişkin olarak verilen ilk karar, Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 31.05.2010 ve 2010/5310 E., 2010/6245 K. sayılı bozma kararı kapsamı dışında kalmış ise de hak düşürücü sürenin dayanağını oluşturan yasal düzenleme eldeki dava sonuçlanıp kesinleşmeden Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiğinden, iptal kararı sonucu oluşan durumun 28.06.1960 tarihli ve 21/9 sayılı YİBK’da belirtildiği gibi maddi anlamda kesinleşmemiş ve derdest olan eldeki davaya uygulanması zorunlu olup, davalı yararına oluşmuş bir usulî kazanılmış haktan bahsedilmesi mümkün değildir.
30. Diğer yandan, Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin direnmeye konu 03.10.2003 tarih ve 2012/12162 E., 2013/14117 K. sayılı bozma kararında, sonuç olarak davanın kabulüne karar verilmesi gerektiği belirtilmiş ise de davanın esası bakımından henüz yerel mahkemece hiçbir değerlendirme yapılmamıştır. Dolayısıyla mahkemece, tarafların iddia ve savunmaları doğrultusunda yapılan araştırma ve inceleme ile toplanan deliller değerlendirilerek olaşacak duruma göre işin esasının çözüme kavuşturulması gerekmektedir.
31. Hâl böyle olunca direnme kararının bu değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı bozulmasına karar verilmesi gerekmiştir.
IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davacı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Geçici 3. maddesi uyarınca uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,
Aynı Kanun’un 440. maddesi gereğince kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 18.10.2022 tarihinde oy birliği ile karar verildi.