"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
KARAR : Kabul
Taraflar arasında görülen tespit harici bırakılan taşınmazın tescili davasında verilen karar hakkında yapılan temyiz incelemesi sonucunda, Yargıtay (Kapatılan) 16. Hukuk Dairesince, Mahkeme kararının bozulmasına karar verilmiştir.
Mahkemece, bozma kararına uyularak yeniden yapılan yargılama sonucunda davanın kabulüne karar verilmiştir.
Mahkeme kararı davalı Hazine vekili tarafından süresinde temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
I. DAVA
Davacı ..., Köse ilçesi ... köyü çalışma alanında bulunan ve 1999 yılında yapılan kadastro sırasında yol olarak haritasında gösterilmek suretiyle tespit harici bırakılan taşınmaz bölümlerinin adına kayıtlı 120 ada 2 ve 3 parsel sayılı taşınmazların devamı niteliğinde olduğunu, bahsi geçen taşınmazda kayınpederinin evi olduğunu, kerpiç ve taştan yapılan kullanılamaz hale gelen evin yıkılarak eşi ... tarafından yeni ev yapıldığını, yeni evin eski evin temelleri ve sınırları esas alınarak yapıldığını ileri sürerek, satın alma ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak, iddiasına konu bölümlerin 120 ada 2 ve 3 parsel sayılı taşınmazlara eklenmek süretiyle tescilini talep etmiştir.
II. CEVAP
Davalı Hazine, davanın süresinde açılmadığını, yolun zilyetlikle tescil konusu olamayacağını belirterek davanın reddini savunmuş, diğer davalı cevap vermemiş, bozmadan sonra dava konusu yerin yolda kaldığını belirterek, davanın reddini savunmuştur.
III. MAHKEME KARARI
Kelkit Asliye Hukuk Mahkemesinin 09.12.2015 tarihli ve 2014/205 Esas, 2015/136 Karar sayılı kararıyla, 120 ada 2 ve 3 parsel sayılı taşınmazların kadastro tespitlerinin 23.11.1999 tarihinde kesinleştiği, davanın ise 02.09.2014 tarihinde açıldığı, dolayısı ile hak düşürücü sürenin geçtiği gerekçesi davanın reddine karar verilmiştir.
IV. BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
A. Bozma Kararı
1. Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz başvurusunda bulunulmuştur.
2. Yargıtay (Kapatılan) 16. Hukuk Dairesinin 10.03.2020 tarihli ve 2016/15506 Esas, 2020/1145 Karar sayılı kararıyla; “...Mahkemece, 120 ada 2 ve 3 parsel sayılı taşınmazların kadastro tespitlerinin 23.11.1999 tarihinde kesinleştiği, davanın ise 02.09.2014 tarihinde açıldığı, dolayısı ile hak düşürücü sürenin geçtiği gerekçesi ile yazılı şekilde hüküm kurulmuş ise de; varılan sonuç dosya kapsamına ve yasal düzenlemelere uygun düşmemektedir. 3402 sayılı Yasa’nın 12/3. maddesinde yer alan düzenleme, kadastro tutanaklarında belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak itiraz olunamayacağı ve dava açılamayacağına ilişkindir. Somut olayda davacı, keşif sonucunda dosyaya ibraz edilen fen bilirkişi raporunda (A) ve (B) harfleriyle gösterilen tescil harici taşınmaz bölümlerinin, maliki olduğu 120 ada 2 ve 3 parsel sayılı taşınmazların devamı niteliğinde olduğunu ileri sürerek, bu kısımların 120 ada 2 ve 3 parsel sayılı taşınmazlara eklenerek adına tescili istemiyle dava açtığına göre, eldeki dava, 120 ada 2 ve 3 parsel sayılı taşınmazlara yönelik tapu iptali ve tescil isteğine ilişkin olmayıp, bilirkişi raporunda (A) ve (B) harfleri ile gösterilen tespit harici bırakılan bölümlere yönelik tescil isteğine ilişkindir. Dolayısı ile somut olayda, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3. maddesinin uygulanma olanağı bulunmamaktadır. Hal böyle olunca; Mahkemece, tarafların iddia ve savunmaları çerçevesinde işin esasına girilerek bir karar verilmesi" gerektiğinden bahisle hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
B. Mahkemece Bozma Kararına Uyularak Verilen Karar
Kelkit Asliye Hukuk Mahkemesi 28.04.2021 tarihli 2020/57 Esas, 2021/147 Karar sayılı kararıyla, keşif esnasında dinlenen mahalli bilirkişilerin beyanlarına göre, taşınmazın ... ... tarafından kullanıldığı, ölümünden sonra mirasçılarına intikal ettiği, taşınmazı uzun yıllardır kullandıkları, mirasbırakanın vefat etmeden önce taşınmazın üzerinde bulunan yapının inşa edildiği, fen bilirkişisinin 28.01.2021 tarihli raporunda A ve B harfi ile gösterilen kısımlara davacının ve mirasbırakanlarının 20 yılı aşkın süredir zilyet oldukları gerekçesiyle, davanın kabulüne karar verilmiştir.
V. TEMYİZ
A. Temyiz Yoluna Başvuranlar
Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı Hazine vekili temyiz başvurusunda bulunmuştur.
B. Temyiz Sebepleri
Davalı Hazine vekili temyiz dilekçesinde özetle, yolların özel mülkiyete konu olamayacağını, zamanaşımı ile kazanımın mümkün olmadığını, Hazinenin yasal hasım olmasından dolayı aleyhine yargılama giderleri ve vekalet ücretine karar verilmemesi gerektiğini belirterek, kararın bozulmasını talep etmiştir.
C. Gerekçe
1. Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme
Dava, TMK'nın 713/1, 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun 14. maddelerine dayalı tapusuz taşınmazın tescili isteğine ilişkindir.
2. İlgili Hukuk
1. 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun 14. maddesi “ Tapuda kayıtlı olmayan ve aynı çalışma alanı içinde bulunan ve toplam yüz ölçümü sulu toprakta 40, kuru toprakta 100 dönüme kadar olan (40 ve 100 dönüm dahil) bir veya birden fazla taşınmaz mal, çekişmesiz ve aralıksız en az yirmi yıldan beri malik sıfatıyla zilyetliğini belgelerle veya bilirkişi veyahut tanık beyanlarıyla ispat eden zilyedi adına tespit edilir.”
2. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 713/1. maddesi, “Tapu kütüğünde kayıtlı olmayan bir taşınmazı davasız ve aralıksız olarak yirmi yıl süreyle ve malik sıfatıyla zilyetliğinde bulunduran kişi, o taşınmazın tamamı, bir parçası veya bir payı üzerindeki mülkiyet hakkının tapu kütüğüne tesciline karar verilmesini isteyebilir.” hükümlerini içermektedir.
3. Yargıtayın yerleşmiş içtihatlarında “kadastro çalışmalarında tespit dışı bırakılan taşınmazın tescili davalarında TMK'nın 713. maddesinin 3. fıkrası hükmüne göre Hazine ve ilgisi bakımından diğer kamu tüzel kişileri yasal hasım durumunda bulunduklarından yargılama gideri, harç ve avukatlık ücretinden sorumlu tutulamayacakları” belirtilmiştir.
3. Değerlendirme
1.Dosya içeriği ve toplanan delillerden; davacı 1956 doğumlu ...’in 1999 yılında yapılan kadastro çalışması sırasında yol olarak haritasında gösterilmek suretiyle tespit harici bırakılan taşınmaz bölümlerinin maliki olduğu 120 ada 2 ve 3 parsel sayılı taşınmazlara eklenmesini talep ettiği, davacının maliki oluğu 120 ada 2 parsel sayılı 109,06 m2 miktarlı taşınmazın 17.05.1999 tarihinde senetsizden zilyetlikle ... oğlu ... ..., 120 ada 3 parsel sayılı 170,68 m2 miktarlı taşınmazın senetsizden zilyetlikle ... oğlu ... ... adına tespit edildiği, askı ilan süresinde itiraz edilmediğinden 23.11.1999 tarihinde kesinleştiği, taşınmazların davacı adına 06.08.2014 ve 14.08.2014 tarihlerinde satış suretiyle tescil edildiği, ... ...’in davacının eşinin babası olduğu, alınan 28.01.2021 tarihli fen bilirkişi raporunda 120 ada 3 parsel sayılı taşınmazın doğusunda (A) harfi ile gösterilen 4,97 m2 kısım ile 120 ada 2 parsel sayılı taşınmazın güneyinde (B) harfi ile gösterilen 21,66 m2 kısmın yolda kaldığı, 120 ada 2 ve 3 no.lu parseller (A) ve (B) harfleri ile gösterilen kısımlar da dahil olmak üzere alanda bulunan binaya ilişkin taşınmazların sicilinde değişiklik yapılmadığı, kadastro çalışmalarında kaydedildiği şekliyle kaldığının tespit edildiği, tespit çalışmalarında 120 ada 2 parselde ev olduğunun belirtildiği, ancak 120 ada 3 parselde ev olmadığının anlaşıldığı, keşif mahallinde dinlenen mahalli bilirkişi ve tanıkların taşınmazları davacının kayıpederi ... ...’in, onun ölümünden sonra ise davacının kullandığını, 15 yıl önce eski bina yıkılarak yerine yeni binanın yapıldığını belirttikleri, 26.01.2021 tarihli inşaat mühendisi bilirkişi raporunda da bahse konu yapının 10-15 yıllık olduğunun rapor edildiği anlaşılmakla, 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun 14. ve TMK'nın 713/1 maddeleri uyarınca zilyetlik koşullarının oluşmadığı açıktır.
2. Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı olduğu üzere hüküm tesisi isabetsizdir.
3. Kabule göre de; dava, tespit harici bırakılan taşınmazların tesciline ilişkin olduğu halde, Mahkemece tapulu olduğu kabul edilerek tapu iptal-tescile karar verilmesi doğru olmadığı gibi, tescil davalarında Hazinenin ve ilgili kamu tüzel kişilerinin davada yer alması, TMK'nın 713/3. maddesi uyarınca yasal hasım olmasından ileri geldiğinden davanın kabulü halinde Hazine ve ilgili kamu tüzel kişisi harç, yargılama giderleri ile avukatlık ücretinden sorumlu tutulamayacağı halde, Mahkemece bu husus göz ardı edilerek, yargılama giderleri ile avukatlık ücretinin davalılara yüklenmesi ve bakiye karar-ilam harcının davalı köy tüzel kişiliğinden tahsiline karar verilmemesi de isabetli değildir.
VI. KARAR
Açıklanan sebeplerle;
Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü 6100 sayılı Yasanın geçici 3. maddesi yollaması ile 1086 sayılı HUMK'un 428. maddesi gereğince BOZULMASINA,
Kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere,
28.02.2023 tarihinde oy çokluğuyla karar verildi.
-MUHALEFET ŞERHİ-
Dava, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 713/1.maddesi gereğince açılmış zilyetliğe dayalı tescil davasıdır.
Mahkemece davacı lehine hüküm kurulmuş, yargılama giderleri doğru olarak belirlenmiş, bu husus davalı Hazine tarafından temyize getirilmiştir
Sayın çoğunluk ile aramızda oluşan uyuşmazlık; temyize getirilen yargılama giderlerinden kimin sorumlu olacağı noktasında toplanmaktadır.
Anayasa’nın 35. maddesinin birinci fıkrasında mülkiyet ve miras hakları güvence altına alınmış, ikinci fıkrasında ise “Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.” denilmek suretiyle mülkiyet hakkının ancak kanunla sınırlanabileceğine vurgu yapılmıştır.
Anayasa’nın 36. maddesinde de “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile ... yargılanma hakkına sahiptir.” hükmüne yer verilmek suretiyle hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri olan mahkemeye erişim ... anayasal koruma altına alınmıştır.
Anayasa’nın 13. maddesinin birinci cümlesinde ise “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir.” denilmiştir.
Buna göre diğer şartlar bulunsa bile temel hak ve hürriyetlere ancak kanunla sınırlama getirilebilir. Bir başka ifadeyle kanun dışındaki bir norm veya yargı içtihadıyla temel hak ve özgürlüklere sınırlama getirilmesi mümkün değildir.
Öte yandan yargı harçları 492 sayılı Harçlar Kanunu’nda düzenlenmiş ve kamu düzeninden olması nedeniyle harca ilişkin hükümlerin resen uygulanacağı kabul edilmiştir. Bu nedenle harca ilişkin hususların resen ele alınabileceği hususunda tereddüt bulunmamaktadır. Harçlardan kimin sorumlu olacağı hususu ise -yargılama giderleri, yargılama usulüne ilişkin bir konu olduğundan- 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda kapsamlı bir şekilde düzenlenmiştir. Anılan Kanun’un 323. maddesinde harçlar yargılama giderlerinden sayılırken, 326. maddesinin (1) numaralı fıkrasında açıkça “Kanunda yazılı haller dışında, yargılama giderlerinin, aleyhine hüküm verilen taraftan alınmasına karar verilir.” denilmek suretiyle yargılama giderleri ve bunlardan olan yargı harçlarından kimin sorumlu olacağı tereddüde yer vermeyecek şekilde hüküm altına alınmıştır.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 1. maddesi ise şöyledir:
“Kanun, sözüyle ve özüyle değindiği bütün konularda uygulanır.
Kanunda uygulanabilir bir hüküm yoksa, hâkim, örf ve âdet hukukuna göre, bu da yoksa kendisi kanun koyucu olsaydı nasıl bir kural koyacak idiyse ona göre karar verir.
Hâkim, karar verirken bilimsel görüşlerden ve yargı kararlarından yararlanır.”
Buna göre Kanun’da hâkimin hukukun kaynaklarını belirlerken hangi sıralamayı izleyeceği açıkça kurala bağlanmış olup Kanun’un sözüyle ve özüyle değindiği herhangi bir konuda Kanun’un emrettiği hüküm dışında bir uygulama yapılması mümkün değildir. Hâkim ancak Kanun’da uygulanabilir bir hüküm yoksa anılan maddede belirtilen diğer kaynaklara başvurabilir.
Somut olay anılan anayasal ve yasal kurallar çerçevesinde ele alındığında, zilyetliğe dayalı tescil davasında, davacı birey, davalı ise Hazine ve Belediye tüzel kişiliğidir. Davalının Hazine veya kamu kurumu olması, kanunda açık bir hüküm bulunmadıkça yargılama giderlerinin, aleyhine hüküm verilen taraftan alınması kuralına istisna teşkil etmeyecektir.
Bilindiği üzere Hazine, 492 sayılı Harçlar Kanunu’nun 13/j maddesi ile yargı harçlarından muaf tutulmuştur. Davalı Köy Tüzel Kişiliği ise harçlardan muaf değildir. Böyle bir durumda, yani davalının harçtan muaf olması ve davanın da davacı lehine sonuçlanması halinde karar ve ilam harcının mutlak bir şekilde alınması gerekip gerekmeyeceği ve alınacaksa kimden alınacağı sorularının açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
Yasa koyucu, tereddüde yer vermeyecek şekilde yargılama giderlerinden kimin sorumlu olacağını düzenlemiştir. Yine yasa koyucu genel ilke gereğince yargılama giderlerinden sorumlu olan tarafı harçtan muaf tutmuş ise, bu husus harcın diğer taraftan alınacağı şeklinde yorumlanamaz. Bu çerçevede Hazineye karşı açılan davada davacının haklı çıkması durumunda bakiye karar ve ilam harcı davalıdan hiç alınmamalıdır. Ancak davasında haklı çıkan davacı tarafından peşin yatırılan karar ve ilam harcı kendisine iade edilmelidir. Nitekim Hazinenin davalı olduğu tapu iptal – tescil davalarında yerleşik uygulama bu şekildedir. Hazine aleyhine açılan tapu iptal – tescil davasında Hazinenin harçtan muaf olması gerekçesiyle karar ve ilam harcı hiç alınmazken tescil davasında haklı çıkan davacının harçtan sorumlu tutulmasının hiçbir yasal dayanağı bulunmamaktadır. Yasa koyucu dileseydi 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 36/A maddesinde olduğu gibi, bu hususta da genel uygulamadan ayrılan bir düzenlemeye yer verebilirdi.
Sayın çoğunluğun görüşünün dayanağını yerleşmiş Yargıtay içtihatları oluşturmaktadır. Yargıtay uzun yıllara sari içtihadında tescil davalarında yargılama giderlerini davasında haklı çıkmasına rağmen davacı üzerinde bırakmış, bu çerçevede yargı harçlarını da davacıya yüklemiştir. Ne var ki, hiçbir Yargıtay kararında yasal bir dayanak gösterilememiş, davalının “yasal hasım” olması gerekçe yapılmıştır. Yukarıda da belirtildiği üzere bir Kanun’un sözüyle değindiği herhangi bir konuda Kanun’un emrettiği hüküm dışında bir uygulama yapılması mümkün değildir. Hâkim ancak Kanun’da uygulanabilir bir hüküm yoksa 4721 sayılı Kanun’un 1. maddesinde belirtilen diğer kaynaklara başvurabilir. 6100 sayılı Kanun’un 326. maddesinin (1) numaralı fıkrasında da açıkça “ Kanunda yazılı haller dışında, yargılama giderlerinin, aleyhine hüküm verilen taraftan alınmasına karar verilir.” denildiğine ve bu hususta Kanun’da bir boşluk veya tescil davaları yönünden bir istisnaya yer verilmediğine göre bu hususta yargı içtihadıyla Kanun’un açık hükmüne aykırı bir uygulama yapılması mümkün değildir. ¹
Öte yandan yukarıda da belirtildiği üzere temel hak ve özgürlüklere ancak kanunla sınırlama getirilebilir. Davasından haklı çıkan kişiden yargı harcı alınmasının gerek mülkiyet gerek ise mahkemeye erişim hakkına getirilen bir sınırlama niteliği taşıdığı açıktır. Sayın çoğunluğun görüşü kabul edildiğinde anılan haklara kanunla değil yargı içtihadıyla sınırlama getirilmiş olmaktadır. Bu ise Anayasa’nın 13., 35. ve 36. maddelerine aykırı olarak mülkiyet ve mahkemeye erişim haklarına sınırlama getirilmesine neden olmaktadır.
Tartışılması gereken bir başka husus da “yasal hasım” meselesidir. Özellikle yasal hasımın ne olduğu ve yasal hasım olunmasının davalıya bir üstünlük sağlayıp sağlamadığının ele alınması gerekir. Bilindiği üzere, bazen gerçekte hasım olmamasına rağmen özellikle mahkemelerin kararlarının denetime açılabilmesi, davanın kanun yoluna taşınabilmesi için Hazinenin taraf gösterilmesi veya temsilcisi bulunmayan mal varlığına kayyım atanması ve davanın kayyım huzurunda görülerek bu mahsurların ortadan kaldırılması yoluna gidilebilmektedir. Ne var ki böyle de olsa bir davada Hazine veya diğer kamu kurum ve kuruluşları davalı olarak yer almışsa, sıfatı ne olursa olsun artık davalıdır. Hukuk devleti ilkesi gereğince kural olarak davanın tarafları arasında haklı bir neden olmaksızın bir ayrıcalık yaratılamaz. Sayın çoğunluk davacının davasının kabulü halinde, davalının yasal hasım olması nedeniyle yargılama
¹ Tescil davasını kaybeden Hazineden kanuni hasım olması nedeniyle yargılama giderlerinin alınmamasının hukuka aykırı olduğuna ilişkin aynı yöndeki görüş için bkz. Kuru, Baki (2001) Hukuk Muhakemeleri Usulü, Cilt 5, 6. Baskı, Ankara, s. 5339.
giderlerinin davacı üzerinde bırakılması gerektiğini değerlendirirken, davanın reddi halinde davalı yasal hasım lehine vekalet ücreti başta olmak üzere yargılama giderlerine hükmedilmesi gerektiğini kabul etmektedirler.
Anayasal bağlamda meşru bir amaca dayalı kanuni bir hüküm olmaksızın taraflara farklı muamelede bulunulması düşünülemez. Somut uyuşmazlıkta davacının talebinin bir kısmı kabul edilirken, bir kısmı ise reddedilmesine rağmen, davalı lehine vekâlet ücreti takdir edilmiş, davacı lehine ise vekâlet ücreti verilmemiştir. Dolayısıyla aynı dava dosyasında makul bir yasal dayanak bulunmaksızın tarafların farklı muameleye tabi kılınması söz konusu olmuştur ki bunun kabul edilmesi mümkün değildir. (Ne var ki davacı taraf bu hususu temyiz sebebi yapmamıştır. Bu nedenle söz konusu yanlışlığa işaret edilmekle yetinilmiştir.)
4721 sayılı Kanun’un 713/3. maddesinde tescil davasının Hazineye ve ilgili kamu tüzel kişilerine veya varsa tapu maliki gözüken kişinin mirasçılarına karşı açılacağı belirtilmiştir. Yargıtay uygulamalarında taşınmaz tapusuz ise dava, tescil davası, tapulu ise tapu iptal tescil davası olarak nitelendirilmektedir. Tapu iptal- tescil davalarında yargılama giderleri yasaya uygun olarak haksız çıkan taraftan alınırken tescil davasında davacı üzerinde bırakılmaktadır. Aynı yasa maddesinin aynı fıkrasında düzenlenen davalılar arasında yargılama giderleri açısından ayrı uygulama yapılması da doğru değildir. Davalının kim olacağının yasada gösterilmiş olması, bu davalının yargılama giderlerinden muaf olacağı şeklinde yorumlanamaz.
Yine sayın çoğunluğun adeta “tescil davalarında davacı zaten karşılıksız olarak taşınmaz edinmekte, hiç olmazsa yargılama giderlerini ödesinler” tarzında bir yaklaşımla gerekçe oluşturduğu anlaşılmaktadır ki bu görüşe katılmak mümkün değildir. Eğer mahkeme davacının davasını kazanma yönündeki hukuki koşulların oluşmadığını düşünüyorsa hiç şüphesiz davayı reddetmelidir. Hem davayı kabul edip, hem de yargılama giderlerini davacı üzerinde bırakmak Kanun’un açık hükmüyle çelişmektedir.
Açıklanan nedenlerle davanın kabul edilmiş olduğu gözetilerek, tarafların temyiz sebepleri de nazara alınmak suretiyle davalı Hazinenin harçlardan muaf olması, davalı Köy Tüzel Kişiliğinin ise harçlardan muaf olmaması, yatırılan peşin harcın davacıya iadesinin gerekmesi nedeniyle davacıdan harç alınmamasının ve yargılama giderlerinin bozma sebebi yapılmasının doğru olmadığı düşüncesinde olduğumuzdan sayın çoğunluğun esasa ilişkin bozma sebeplerine katılmakla birlikte bu görüşüne katılmıyorum.