"İçtihat Metni"
İtirazname No : 2021/7091
YARGITAY DAİRESİ : 6. Ceza Dairesi
MAHKEMESİ : İSTANBUL 3. Çocuk
SAYISI : 668-560
I. HUKUKÎ SÜREÇ
Sanık ...'un nitelikli hırsızlık suçundan 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 142/2-h, 143, 31/2 ve 62. maddeleri uyarınca 2 yıl 6 ay hapis cezası; konut dokunulmazlığının ihlali suçundan aynı Kanun'un 116/1-4, 119/1-c, 31/2 ve 62. maddeleri uyarınca 1 yıl 3 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına ilişkin İstanbul 3. Çocuk Mahkemesince verilen 17.12.2020 tarihli ve 668-560 sayılı hükümlerin, sanık tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 6. Ceza Dairesince 26.10.2022 tarih ve 22591-14565 sayı ile;
"Her ne kadar 6723 sayılı Kanun ile değişik 5320 sayılı Kanun’un 8.maddesi uyarınca, Bölge Adliye Mahkemelerinin faaliyete geçtiği 20/07/2016 tarihinden önce ilk derece mahkemelerinden verilen kararlar hakkında, kesinleşinceye kadar 1412 sayılı CMUK’un 305 ile 326. maddelerindeki temyiz hükümlerinin uygulanması gerektiği, anılan Kanun’un 310. maddesi uyarınca 1 haftalık temyiz süresinin geçerli olduğu anlaşılmakta ise de,
05.08.2017 tarihli Resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 7035 sayılı Kanun’un 21. maddesi ile 5271 sayılı CMK’nun 291. maddesinin 1. fıkrasında düzenlenen ve Bölge Adliye Mahkemelerinin kararlarına karşı 7 (Yedi) gün olarak öngörülen temyiz süresinin 15 (onbeş) gün olarak değiştirildiği, 5271 sayılı CMK’ya eklenen geçici 1.madde hükmüne göre de 05.08.2017 ve sonrasında verilen (İlk derece ve istinaf ayrımı yapılmaksızın bütün) kararlar hakkında yeni temyiz sürelerinin uygulanması gerektiğinin belirtildiği Ceza Muhakemesinde 'derhal yürürlük ilkesinin' geçerliği olduğu, bu ilke uyarınca değişiklik aleyhe olsa bile yürürlüğe girdiği günden itibaren bütün vakıalarda uygulanması gerektiği, kaldı ki değişikliğin sanık lehine bir değişiklik olduğu, esasen yürürlükten kaldırılmakla birlikte 5320 sayılı Kanun’un 8. maddesi dolayısıyla bir kısım kararlar yönünden yürürlükte bulunan 1412 sayılı CMUK’un 310. maddesi hükmünün bu değişiklikler karşısında “zımmen ilga” edildiğinin kabul edilmesi gerektiği düşüncelerinden hareketle temyiz süresinin onbeş (15) gün olarak belirlendiği; nihayet tereddütleri ortadan kaldırmak amacıyla 7035 sayılı Kanun’a eklenen geçici l. maddesi ile; 5271 sayılı CMK’nın 291. maddesinde yapılan değişiklikler 'bu Kanun’un (7035) yürürlüğe girdiği tarihte ve sonrasında verilen kararlar hakkında uygulanır' denilmek suretiyle doğrudan ya da istinaf sonrası ayrımı yapmaksızın bütün kararların yeni temyiz süresine, yani onbeş (15) günlük temyiz süresinin tabi olduğu açıkca vurgulanması karşısında suça sürüklenen çocuk müdafiinin yüzüne karşı 17.12.2020 tarihinde verilen hüküm, tebliğ tarihinden itibaren yasal 15 günlük süre içerisinde 27.12.2020 tarihinde suça sürüklenen çocuğun temyiz talebinde bulunduğu anlaşılmakla; temyiz istemi süresinde kabul edilerek tebliğnamedeki red isteyen düşünceye iştirak edilmemiştir." açıklamasıyla hükümlerin onanmasına karar verilmiştir.
II. İTİRAZ SEBEPLERİ
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı 16.11.2022 tarih ve 7091 sayı ile;
"...İstanbul 3. Çocuk Mahkemesinin 17.12.2020 gün ve 2019/668 esas, 2020/560 karar sayılı ilamı ile suça sürüklenen çocuğun cezalandırılmasına karar verildiği,
Mahkeme tarafından; 'Dair, çocuğun ve katılan vekilinin yokluğunda kararın tebliğ tarihinden itibaren, SSÇ müdafinin yüzüne karşı kararın açıklanması tarihinden itibaren 7 gün içinde mahkememize verilecek dilekçeyle veya kaleme beyanla Yargıtay'a temyizi kabil olmak ve kanun yoluna başvurulmadığı takdirde kesinleşmek üzere verilen gerekçeli karar açıkça okunup usulen anlatıldı.’ ibaresinin karara yazıldığı,
17.12.2020 tarihinde usulüne uygun şekilde tefhim edilen hükmün CMUK'nun 310/1. maddesinde düzenlenen 7 günlük yasal süreden sonra 27.12.2020 tarihli dilekçe ile süresinden sonra temyiz etmesi nedeniyle, Cumhuriyet Başsavcılığımız tarafından düzenlenen 19.09.2021 tarihli tebliğname ile temyiz isteminin reddine karar verilmesinin talep edildiği,
Yargıtay 6. Ceza Dairesinin 26.10.2022 tarih ve 2021/22591 esas, 2022/14565 karar sayılı ilamı ile ‘hükmün onanmasına’ karar verildiği anlaşılmıştır.
Ceza muhakemesi sistemimizde hükümlerin temyiz edilebilmelerinin kural, temyiz edilememelerinin ise istisna oluşu, hukuk normlarının yorumlanmasında, Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen ‘Hak arama hürriyeti’ ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde hüküm altına alınan mahkemelere erişim hakkının gözetilmesi gerekliliği, Sözleşmeye ilişkin Ek 7 numaralı Protokolünün ‘Cezai Konularda Temyiz Hakkı’ başlıklı 2. maddesinin 1. fıkrasında; ilgili kişinin hakkında kurulan hükmü daha yüksek bir mahkemeye inceletme hakkının bulunduğuna ilişkin düzenlemeler birlikte dikkate alındığında, kamu davasının asli bir süjesi olan sanığın, adil yargılanma ilkesi çerçevesinde etkin bir şekilde temyiz kanun yoluna başvurma hakkı olduğunda herhangi bir tereddüt bulunmamakla birlikte, 5271 sayılı CMK’nın 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe girmesi üzerine, 1412 sayılı CMUK'nın yürürlükten kaldırılmasına rağmen 5320 sayılı Kanun'un 8. maddesinin birinci fıkrası ile, bölge adliye mahkemelerinin Resmî Gazete'de ilân edilecek göreve başlama tarihinden önce aleyhine temyiz yoluna başvurulmuş olan kararlar hakkında, kesinleşinceye kadar 1412 sayılı CMUK'nın 322. maddesinin dördüncü, beşinci ve altıncı fıkraları hariç olmak üzere, 305 ilâ 326. maddelerinin uygulanacağına ilişkin istisnai bir düzenlemeye yer verilmesi nedeniyle, somut olayda, 5271 sayılı CMK'nın temyize ilişkin hükümlerinin uygulanma imkanının bulunmadığı, temyiz süresinin 1412 sayılı CMUK'nın 310. maddesine göre bir hafta olduğu, ayrıca bölge adliye mahkemelerinin faaliyete başlama tarihinden sonra 5271 sayılı CMK'nın temyize ilişkin hükümlerinin uygulanacağı hâllerde, temyizde sebep gösterme zorunluluğunu da dikkate alan kanun koyucu, 7035 sayılı Kanun'un 21. maddesiyle 5271 sayılı CMK'nın 291. maddesinde değişiklik yaparak 05.08.2017 tarihinde ve sonrasında verilen kararlar bakımından temyiz süresini yedi günden on beş güne çıkarmış ise de, 1412 sayılı CMUK'nın temyiz süresine ilişkin hükümlerine de atıf yapma imkanı bulunduğu hâlde bilinçli bir şekilde bu yönde bir düzenlemeye yer verilmediğinin anlaşılması karşısında, incelemeye konu son karar tarihi 17.12.2020 olmakla birlikte bölge adliye mahkemelerinin göreve başlama tarihinden önce dosyanın Yargıtay denetiminden geçmesi nedeniyle sanığın, usulüne uygun şekilde tefhim edilen ve kanun yolu bildirimi de yasaya uygun şekilde yapılan karara yönelik gerçekleştirdiği temyiz isteminin süresinden sonra olduğu ve bu nedenle temyiz isteminin reddine karar verilmesi gerektiği," görüşüyle itiraz yoluna başvurmuştur.
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 6. Ceza Dairesince 30.11.2022 tarih ve 13164-16638 sayı ile itirazın yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
III. UYUŞMAZLIK KAPSAMI VE KONUSU İLE ÖN SORUN
İtirazın kapsamına göre inceleme sanık hakkında nitelikli hırsızlık ve konut dokunulmazlığının ihlali suçlarından kurulan mahkûmiyet hükümleri ile sınırlı olarak yapılmıştır.
Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; temyiz süresinin 1412 sayılı CMUK'nın 310 ve 311. maddeleri uyarınca bir hafta mı yoksa 05.08.2017 tarihinde yürürlüğe giren 7035 sayılı Kanun'un 21. maddesi ile değişik 5271 sayılı CMK'nın 291. maddesinin 1. fıkrası uyarınca on beş gün mü olduğunun belirlenmesine ilişkin ise de Yargıtay İç Yönetmeliği’nin 27. maddesi uyarınca öncelikle; sanık müdafisinin huzurunda sanığın ise yokluğunda verilen 17.12.2020 tarihli mahkûmiyet kararlarının başka bir suçtan cezaevinde hükümlü olarak bulunan sanığa 26.12.2020 tarihinde tebliğ edilmesi üzerine, sanığın 27.12.2020 tarihli temyiz isteminin süresinde olup olmadığının değerlendirilmesi gerekmektedir.
IV. OLAY VE OLGULAR
İncelenen dosya kapsamından;
Sanığın TCK’nın 142/2-h, 31/2 ve 62. maddeleri uyarınca 2 yıl 6 ay hapis, aynı Kanun’un 116/2, 119/1-c, 31/2 ve 62. maddeleri uyarınca 1 yıl 3 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin İstanbul 7. Çocuk Mahkemesince kurulan 09.04.2015 tarihli ve 373-205 sayılı hükümlerin, sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay (Kapatılan) 13. Ceza Dairesince 23.10.2019 tarih ve 7436-15070 sayı ile bozulmasına karar verildiği, dosyanın gönderildiği İstanbul 3. Çocuk Mahkemesince bozmaya uyularak yapılan yargılama sonucunda 17.12.2020 tarih ve 668-560 sayı ile; sanığın nitelikli hırsızlık suçundan TCK’nın 142/2-h, 143, 31/2 ve 62. maddeleri uyarınca 3 yıl 9 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına ancak cezayı aleyhe değiştirmeme yasağı gözetilerek cezasının 2 yıl 6 ay hapis cezası şeklinde infazına, konut dokunulmazlığının ihlali suçundan aynı Kanun’un 116/1-4, 119/1-c, 31/2 ve 62. maddeleri uyarınca 1 yıl 3 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar verildiği, sanığın yokluğunda açıklanan kısa kararın, hazır bulunan sanık müdafisinin ise yüzüne karşı tefhim edildiği,
Kısa kararın son paragrafında; "Dair, çocuğun ve katılan vekilinin yokluğunda kararın tebliğ tarihinden itibaren, SSÇ müdafinin yüzüne karşı kararın açıklanması tarihinden itibaren 7 gün içinde mahkememize verilecek dilekçeyle veya kaleme beyanla Yargıtay'a temyizi kabil olmak ve kanun yoluna başvurulmadığı takdirde kesinleşmek üzere verilen gerekçeli karar açıkça okunup usulen anlatıldı." şeklinde açıklamaların bulunduğu,
Anlaşılmaktadır.
V. GEREKÇE
A. İlgili Mevzuat ve Öğretide Ön Soruna İlişkin Görüşler
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6. maddesinde hüküm altına alınan adil yargılanma hakkı hukukun üstünlüğü ile adalete erişimi koruyan ve kişilerin ceza muhakemesinin ilk aşaması olan soruşturmanın başından itibaren açık ve adil bir şekilde yargılanmalarını teminat altına alan mutlak bir hak olup kişilerin hukuk devleti kuralları içinde makul sürede yargılanmasını öngörür. Adil yargılanma hakkı hukuk devleti ilkesinin bir gereği olup bireyler için bir hak, devlet için ise bir görevdir. Adil yargılanma hakkının amacı, yargılamanın doğru, hakkaniyete uygun ve adil bir biçimde yerine getirilmesini sağlamaktır.
Adil yargılama, ceza muhakemesi hukukunda, sanığa ve mağdura tanınan hakların tümü ve insan hakları ihlal edilmeden yapılan yargılama olarak tanımlanmakta olup soruşturma ve kovuşturma evrelerinin tamamında geçerli olan bir hak olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ceza yargılamasında adil yargılanma hakkının bir parçası olarak etkin başvuru yolu ve yöntemine verilen önem dikkate alındığında, Anayasa'nın 40. maddesinin ikinci fıkrası, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nin 13. maddesi ve CMK'nın 34. maddesinin ikinci fıkrası ile 232. maddesinin altıncı fıkrasına uygun olarak kararın tebliğinin şeklî değil, faydalı, amacına uygun, hak arama hürriyetini ve etkin başvuru hakkını engellemeyecek biçimde yapılması gerekmektedir.
Anayasanın "Hak Arama Hürriyeti" başlıklı 36. maddesinde; "Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir."; "Temel hak ve hürriyetlerin korunması" başlıklı 40. maddesine 4709 sayılı Kanun'un 16. maddesiyle eklenen ikinci fıkrasında da, "Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır." şeklinde hükümlere yer verilmiş, 40. maddenin ikinci fıkrasının gerekçesinde bireylerin yargı ya da idari makamlar önünde sonuna kadar haklarını arayabilmelerine kolaylık ve imkân sağlanmasının amaçlandığı, son derece dağınık mevzuat karşısında kanun yolu, mercii ve sürelerin belirtilmesinin hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından zorunluluk hâline geldiği belirtilmiştir.
Genel olarak pozitif hukukça tanınmış hakların ön koşulu ve usuli güvencesi olarak anlaşılması gereken ve yargıya başvurma olanağını her olayda ve aşamada gerekli kılan hak arama özgürlüğü, Anayasa Mahkemesinin 19.09.1991 tarihli ve 2-30 sayılı kararında belirtildiği üzere sav ve savunma hakkı şeklinde birbirini tamamlayan iki unsurdan oluşmakta, hukuksal olanakları kapsamlı biçimde sağlama ve bu konuda tüm yollardan yararlanma haklarını içermektedir (Mesut Aydın, Anayasa Mahkemesi Kararlarında Hak Arama Özgürlüğü, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Yıl:2006, S. 3, s. 4-10.).
CMK’nın "Kanun yollarına başvurma hakkı" başlıklı 260. maddesinin ilk fıkrasında; "Hâkim ve mahkeme kararlarına karşı Cumhuriyet savcısı, şüpheli, sanık ve bu Kanuna göre katılan sıfatını almış olanlar ile katılma isteği karara bağlanmamış, reddedilmiş veya katılan sıfatını alabilecek surette suçtan zarar görmüş bulunanlar için kanun yolları açıktır." denilmek suretiyle sanıkların kanun yoluna başvuru haklarının bulunduğu açıkça kabul edilmiştir. Diğer taraftan, söz konusu bu düzenleme nedeniyle temyiz mahkemesince, temyiz davasının görülmesine başlamadan önce ilgililerin tümünün davadan ve hükümden haberdar olup olmadığının denetlenmesi, kararı usulüne uygun şekilde öğrenmelerinin sağlanması ve müteakiben inceleme yaparak kanun yoluna başvuru hakkını da içeren adil yargılama ilkesine işlerlik kazandırılması gerekmektedir.
Aynı Kanun'un "Avukatın başvurma hakkı" başlıklı 261. maddesi ise; "Avukat, müdafiliğini veya vekilliğini üstlendiği kişilerin açık arzusuna aykırı olmamak koşuluyla kanun yollarına başvurabilir." şeklinde düzenlenerek müdafiin ve vekilin kanun yoluna başvuru haklarının bulunduğu açıkça kabul edilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın "Temel hak ve hürriyetlerin korunması" başlıklı 40. maddesi uyarınca;
"Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlâl edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir.
Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.
Kişinin, resmî görevliler tarafından vâki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır." şeklindedir.
Anayasa'nın 40. maddesinde yer alan hak arama hürriyeti ile yakından ilişkili olan CMK'nın "Kararların Açıklanması ve Tebliği" başlıklı 35. maddesi;
"(1) İlgili tarafın yüzüne karşı verilen karar kendisine açıklanır ve isterse kararın bir örneği de verilir.
(2) Koruma tedbirlerine ilişkin olanlar hariç, aleyhine kanun yoluna başvurulabilecek hâkim veya mahkeme kararları, hazır bulunamayan ilgilisine tebliğ olunur.
(3) İlgili taraf serbest olmayan bir kişi veya tutuklu ise tebliğ edilen karar, kendisine okunup anlatılır." şeklinde düzenlenmiştir.
Görüldüğü gibi temyiz incelemesinin yapılabilmesi için, temyiz kanun yoluna başvuru hakkı bulunanların kararı tefhim veya tebliğ yoluyla öğrenmelerinin sağlanması kanuni bir mecburiyettir.
Konumuzla ilgisi bakımından temyiz talebi ve süresi üzerinde de durulmasında fayda bulunmaktadır.
5320 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca karar tarihi itibarıyla uygulanması gereken 1412 sayılı CMUK'nın 310. maddesi;
"Temyiz talebi, hükmün tefhiminden bir hafta içinde hükmü veren mahkemeye bir dilekçe verilmesi veya zabıt katibine yapılacak beyanla olur. Beyan tutanağa geçirilir ve tutanak hakime tasdik ettirilir.
Hükmün tefhimi sanığın yokluğunda olmuşsa bu süre tebliğ tarihinden başlar." şeklindedir.
Olağan kanun yollarından olan temyiz incelemesinin yapılabilmesi için bir temyiz davasının açılmış olması gerekir. Temyiz davasının açılabilmesi için de aranan iki şart birlikte gerçekleşmelidir. Bunlardan ilki süre, ikincisi ise istek şartıdır.
Anılan maddede temyiz süresinin yüze karşı verilen kararlarda hükmün tefhimi ile yoklukta verilen kararlarda ise tebliğle başlayacağı, bir hafta içinde hükmü veren mahkemeye veya bir başka yer mahkemesine verilecek dilekçe ile ya da zabıt kâtibine yapılacak beyanla temyiz talebinin gerçekleştirilebileceği, bu takdirde beyanın tutanağa geçirilerek hâkime onaylatılacağı belirtilmiştir.
5271 sayılı CMK'nın 291. maddesi uyarınca da temyiz davası açılması için yedi günlük bir süre öngörülmüş iken 05.08.2017 tarihli ve 30145 mükerrer sayılı Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 7035 sayılı Kanun'un 21. maddesiyle 5271 sayılı CMK'nın 291. maddesinin birinci fıkrasında yer alan yedi ibaresi on beş şeklinde değiştirilerek temyiz süresi on beş güne çıkarılmış, anılan madde gerekçesinde; "Madde ile 5271 sayılı CMK'nın 291. maddesinin birinci fıkrasında yapılan değişiklikle tarafların temyiz haklarını daha etkin kullanabilmeleri amacıyla temyiz isteminde bulunma süresi yedi günden on beş güne çıkarılmaktadır." açıklamalarına yer verilmiştir.
Bu aşamada, Tebligat Kanunu'nun da yapılan düzenlemelerden de bahsedilmesi gerekmektedir.
Tebligat hukukunun en önemli konularından biri vekile tebligattır. Bu husus Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinde düzenlenmiştir
7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun "Vekile ve kanuni mümessile tebligat" başlıklı 11. maddesi;
"Vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır. Vekil birden çok ise bunlardan birine tebligat yapılması yeterlidir. Eğer tebligat birden fazla vekile yapılmış ise, bunlardan ilkine yapılan tebliğ tarihi asıl tebliğ tarihi sayılır. Ancak, Ceza Muhakemeleri Usulu Kanununun, kararların sanıklara tebliğ edilmelerine ilişkin hükümleri saklıdır.
Avukat tarafından takip edilen işlerde, avukatın bürosunda yapılacak tebligatlar, resmî çalışma gün ve saatleri içinde yapılır.
Kanuni mümessilleri bulunanlara veya bulunması gerekenlere yapılacak tebligat kanunlara göre bizzat kendilerine yapılması icabetmedikçe bu mümessillere yapılır." şeklinde düzenlenmiştir.
Bilindiği gibi Tebligat Kanunu'nun 11. maddesinin birinci fıkrası, adı geçen yasaya değişiklik getiren 3220 sayılı Kanun ile yeniden düzenlenmiştir. Eski düzenlemede 11. maddenin birinci fıkrası; "Vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır." hükmünü içerdiği hâlde yeni düzenleme yukarıda da açıklandığı üzere "Vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır. Vekil birden çok ise bunlardan birine tebligat yapılması yeterlidir. Eğer tebligat birden çok vekile yapılmış ise bunlardan ilkine yapılan tebliğ tarihi asıl tebliğ tarihi sayılır. Ancak Ceza Muhakemeleri Kanununun, kararların sanıklara tebliğ edilmelerine ilişkin hükümleri saklıdır." şeklindedir.
Anılan Kanun'un 11. maddesini değiştiren 06.06.1985 tarihli ve 3220 sayılı Kanun'un 5. maddesinin gerekçesi, "...Diğer taraftan, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun 'Kararların tefhim ve tebliği' başlığını taşıyan 33. maddesinde, ilgililerin yüzüne karşı verilen kararların tefhim olunacağı ve diğer kararların tebliğ edileceği esası kabul edilmiştir. Görülüyor ki her hükmün ilgiliye bildirilmesi CMUK'nın ana ilkelerinden birini oluşturmaktadır. Kanun koyucu bu konuda çok hassas davranmış, ilgililerin kanuni haklarını kullanabilmeleri için sanıkların karar ve hükümlerden haberdar edilmelerini öngörmüştür. Hâl böyleyken Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun eski 124. maddesinin mukabili olan Tebligat Kanununun 11.maddesinde geçen 'vekil' kavramı çoğu zaman müdafi kavramıyla aynı mahiyette telakki edilmekte, bu nedenle ceza yargılamasında, tebligat bakımından birbirinden farklı uygulamalara ve hatalı sonuçlar doğmasına sebep olmaktadır. Bilindiği gibi hukuk yargılamasındaki 'vekil' ile ceza yargılamasındaki müdafi kavramları birbirinden farklıdır. Vekil, müvekkilden ayrı ve bağımsız bir statüye sahip değildir, bağımlıdır. Temsil ettiği kişinin talimatıyla hareket eder ve onun yokluğunda onun yerine geçer. Müdafi ise yalnızca ceza davasında söz konusudur. YCGK.'nın 25.12.1978 gün ve 427/507 sayılı kararında da belirtildiği üzere, duruşma vekil için değil, sanık için yapılmaktadır. Akıbeti de sanığın özgürlüğü veya mali durumu ile kısacası şahsı ile ilgili bulunmaktadır. Bu itibarla ceza davalarında kararların sanıklara tebliğ edilmesine gerek görmemek, müdafiine yapılan tebliği geçerli saymak adalet ilkeleriyle bağdaştırılamayacak bir durumdur. İşte yukarıda belirtilen görüşlerin ışığı altında uygulamaya açıklık getirmek için 11.maddenin 1. fıkrası yeniden düzenlenmiştir..." şeklinde açıklanmıştır.
Gelinen noktada müdafi ve vekil kavramlarının da açıklanması gerekmektedir.
Ceza muhakemesi hukuku, devletin suç şüphesi altındaki bireyleri, yani failleri yargılayarak ve gerektiğinde ceza vererek toplumun adalet ve güvenliğini sağlama görevinin yerine getirilmesi ile uğraşan hukuk dalıdır. Bu hukuk dalı en geniş anlamda ceza iddiası, savunma ve yargılama faaliyetlerinin birlikte yapılmasına ilişkin ilkeleri ve kuralları içermektedir (Nurullah Kunter/Feridun Yenisey/Ayşe Nuhoğlu, Muhakeme Hukuku Dalı Olarak Ceza Muhakemesi Hukuku, 18. Bası, İstanbul, Beta Yayıncılık, 2010, s.13.). Ancak bu faaliyet yapılırken bir yandan toplumsal düzenin korunması için devlet erki kullanılmakta, öte yandan bireylerin temel hak ve özgürlüklerine sınırlamalar getirilmekte veya en azından bu hakların ve özgürlüklerin sınırlanması tehdidinde bulunulmaktadır. Bu bağlamda ceza muhakemesi, devletin cezalandırma hakkı ile şüpheli veya sanığın özgürlük hakkı arasındaki çatışmayı ceza hukuku ilkelerine göre çözmeye çalışmaktadır (Faruk Erem, Diyalektik Açıdan Ceza Yargılaması Hukuku, 6. Bası, Ankara, Işın Yayıncılık, 1986, s.40.). Sonuç olarak ceza muhakemesi hukuku, insan haklarına uygun biçimde maddi gerçeği araştırarak suç şüphesi altındaki bireyin gerçekten suçu olup olmadığını araştırmakta, suçlu olduğu tespit edilen bireyi cezalandırarak kamu düzenini sağlamaya, bunu sağlarken de devlet erki ve toplumun çıkarları ile şüpheliye/sanığa ait bireysel temel hak ve özgürlükler arasındaki dengeyi gerçekleştirmeye çalışmaktadır (Hamide Zafer, Faile Yardım Suçu ve Müdafiin Bu Suçtan Sorumluluğu, İstanbul, Beta Yayınları, 2004, s.255.)
Müdafi, vekilden farklı olarak şüphelinin/sanığın temsilcisi değil, ondan bağımsız ayrı bir ceza muhakemesi organı/öznesidir. Ceza hukukunda esas olarak korunması gereken bireylerin özel çıkarları değil, kamunun yani toplumun çıkarıdır; dolayısıyla ceza davasının kamusal niteliği ve bu davada gerçeği arama yükümlülüğü, temsil ilişkisinin özel hukuktaki anlamıyla yani vekâlet sözleşmesiyle bağdaşmamaktadır (Yener Ünver/Hakan Hakeri, Ceza Muhakemesi Hukuku, 5. Bası, Ankara, Adalet Yayınevi, 2012, s.230.). Bu bağlamda sanık ile müdafi arasındaki ilişkinin temsil ilişkisi olarak kabul edilmemesi gerekir. Müdafi her zaman sanığın temsilcisi ve/veya yardımcısı değildir, müdafiin sanığa göre bağımsız bir durumu (Ünver/Hakeri, a.g.e., s.231) ayrı yetkileri ve sorumlulukları vardır. Dolayısıyla kamusal savunma görevini yerine getiren müdafi, savunmasını üstlendiği şüpheli/sanıktan bağımsız, serbest ve talimat ile bağlı olmayan bir konumdadır. Müdafi, sanığın lehine olmak kaydıyla, sanığın isteğine aykırı davranabilir. Örneğin sanığa danışmadan tutuklu sanığın tahliyesini isteyebileceği gibi sanık istemese de sanık lehine delil sunabilir veya sanığın beraatini talep edebilir.
Müdafilik, kamu hukukuna ait bir kurumdur; dolayısıyla farklı bir mantık ve ihtiyaçtan doğan ve özel hukuka ait bir kurum olan vekâlet ilişkisi ile müdafilik kurumunun ve müdafiin sanıkla olan ilişkisinin açıklanması mümkün değildir. Ceza muhakemesinde müdafi savunduğu kişiyi temsil etmemekte, kamusal bir yargılama makamı olarak kişinin savunmasına destek sağlamaktadır, buna göre şüpheli/sanık ile müdafi ilişkisinin temsil kavramıyla açıklanması olanaklı değildir (... Volkan Dülger, Ceza Muhakemesinde Müdafini Konumu ve Uygulamada Karşılaşılan Sorunlar, Ankara Barosu Dergisi/Hakemeli, s.48.).
Müdafi ile şüpheli/sanık arasındaki ilişki, kural olarak temsil ilişkisi değil, işleyişi kamu hukuku kurallarıyla düzenlenmiş bağımsız bir görev ilişkisidir (Nur Centel, Ceza Muhakemesi Hukukunda Müdafi, İstanbul, 1984, s.48 vd.; Centel, Müdafi ile Savunma Hakkı, s.331.). Nitekim Yargıtaya göre de müdafi, yasa adına faaliyette bulunmak görevi ile yükümlü, kamu hizmeti gören bir organ olup, vekilden ayrı bir statüdedir (YCGK, 9.12.1974, 272/447, YKD, S.7, Temmuz 1975, s.34.). Zira bu statü, müdafie vekile oranla farklı görev, sorumluluk ve ayrıcalıklar vermektedir.
Sonuç olarak müdafi ile vekil arasındaki farklılıklar da gözetildiğinde, sanığın ve müdafiin yokluğunda verilen hükmün müdafiden başka, kamu davasının tarafı, süjesi ve cezanın sorumlusu olan sanığa da ayrıca tebliği Tebligat Kanunu'nun 11. maddesine aykırı olmadığı gibi tam tersine hukuken geçerli ve yapılması zorunlu bir işlemdir (Serap Keskin, Karar İncelemeleri, "Ceza Muhakemesinde Müdafie Yapılan Tebligat Sanığa Yapılmış Sayılır Mı?", İHFM C.LV-S3, 1997, s. 362).
B. Somut Olayda Hukukî Nitelendirme
Sanığın TCK’nın 142/2-h, 31/2 ve 62. maddeleri uyarınca 2 yıl 6 ay hapis; aynı Kanun’un 116/2, 119/1-c, 31/2 ve 62. maddeleri uyarınca 1 yıl 3 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin İstanbul 7. Çocuk Mahkemesince kurulan 09.04.2015 tarihli ve 373-205 sayılı hükümlerin, sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay (Kapatılan) 13. Ceza Dairesince 23.10.2019 tarih ve 7436-15070 sayı ile bozulmasına karar verildiği, dosyanın gönderildiği İstanbul 3. Çocuk Mahkemesince bozmaya uyularak yapılan yargılama neticesinde 17.12.2020 tarih ve 668-560 sayı ile sanığın nitelikli hırsızlık suçundan TCK’nın 142/2-h, 143, 31/2 ve 62. maddeleri uyarınca 3 yıl 9 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına ancak cezayı aleyhe değiştirmeme yasağı gözetilerek cezasının 2 yıl 6 ay hapis cezası şeklinde infazına, konut dokunulmazlığının ihlali suçundan aynı Kanun’un 116/1-4, 119/1-c, 31/2 ve 62. maddeleri uyarınca 1 yıl 3 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar verildiği, söz konusu bu hükümlerin hazır bulunan sanık müdafiinin huzurunda, sanığın ise yokluğunda açıklandığı, gerekçeli kararın başka bir suçtan cezaevinde hükümlü olarak bulunan sanığa 26.12.2020 tarihinde tebliğ edilmesi üzerine sanığın 27.12.2020 tarihli dilekçesi ile temyiz talebinde bulunduğu dosya kapsamında;
Adil yargılama, ceza muhakemesi hukukunda, sanığa ve mağdura tanınan hakların tümü ve insan hakları ihlal edilmeden yapılan yargılama olarak tanımlanmakta olup soruşturma ve kovuşturma evrelerinin tamamında geçerli olan bir hak olarak karşımıza çıkmaktadır. Ceza yargılamasında adil yargılanma hakkının bir parçası olarak etkin başvuru yolu ve yöntemine verilen önem dikkate alındığında, Anayasa'nın 40. maddesinin ikinci fıkrası, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nin 13. maddesi ve CMK'nın 34. maddesinin ikinci fıkrası ile 232. maddesinin altıncı fıkrasına uygun olarak kararın tebliğinin şeklî değil, faydalı, amacına uygun, hak arama hürriyetini ve etkin başvuru hakkını engellemeyecek biçimde yapılması gerekmektedir. CMK’nın "Kanun yollarına başvurma hakkı" başlıklı 260. maddesinin ilk fıkrasında; "Hâkim ve mahkeme kararlarına karşı Cumhuriyet savcısı, şüpheli, sanık ve bu Kanuna göre katılan sıfatını almış olanlar ile katılma isteği karara bağlanmamış, reddedilmiş veya katılan sıfatını alabilecek surette suçtan zarar görmüş bulunanlar için kanun yolları açıktır." denilmek suretiyle sanıkların kanun yoluna başvuru haklarının bulunduğu açıkça kabul edilmiştir. Tebligat Kanunu'nun "Vekile ve kanuni mümessile tebligat" başlıklı 11. maddesinin birinci fıkrası; "Vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır. Vekil birden çok ise bunlardan birine tebligat yapılması yeterlidir. Eğer tebligat birden çok vekile yapılmış ise bunlardan ilkine yapılan tebliğ tarihi asıl tebliğ tarihi sayılır. Ancak Ceza Muhakemeleri Kanununun, kararların sanıklara tebliğ edilmelerine ilişkin hükümleri saklıdır." şeklinde düzenlenmiş olup madde gerekçesinde de; ceza yargılamasında duruşmanın vekil için değil, sanık için yapıldığı, yargılamanın akıbetinin de sanığın özgürlüğü veya mali durumu ile kısacası şahsı ile ilgili bulunduğu, bu itibarla ceza davalarında kararların sanıklara tebliğ edilmesine gerek görmemenin, müdafie yapılan tebliği geçerli saymanın adalet ilkeleriyle bağdaştırılamayacak bir durum olduğu ifade edilmiştir. CMK'nın "Kararların Açıklanması ve Tebliği" başlıklı 35. maddesinin ikinci fıkrasında; koruma tedbirlerine ilişkin olanlar hariç, aleyhine kanun yoluna başvurulabilecek hâkim veya mahkeme kararlarının hazır bulunamayan ilgilisine tebliğ olunacağı hususu açıkça belirtilerek, müdafiin yanı sıra sanığa da tebligat yapılmasının yolu açılmıştır.
Öte yandan, vekilden farklı olarak müdafi şüphelinin/sanığın temsilcisi değil, ondan bağımsız ayrı bir ceza muhakemesi organı/öznesidir. Ceza muhakemesinde müdafi savunduğu kişiyi temsil etmemekte, kamusal bir yargılama makamı olarak kişinin savunmasına destek sağlamaktadır. Buna göre şüpheli/sanık ile müdafi ilişkisinin temsil kavramıyla açıklanması olanaklı değildir. Buradaki ilişki temsil ilişkisi olmayıp işleyişi kamu hukuku kurallarıyla düzenlenmiş bağımsız bir görev ilişkisidir. Şüpheli/sanık ve müdafi birlikte ancak birbirinden bağımsız olarak savunma makamını işgal eden iki süjedir. Dolayısıyla savunmaya ilişkin tüm kararlar iki süjeyi de ilgilendireceğinden, ilgili sıfatıyla hem müdafie hem de şüpheli/sanığa tebligat yapılmalıdır.
Yukarıda yapılan değerlendirme ve tespitler doğrultusunda; ceza yargılamasında adil yargılanma hakkının bir parçası olarak etkin başvuru yolu, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nin 13. maddesi, CMK'nın 34. maddesinin ikinci fıkrası, Tebligat Kanunu'nun 11. maddesinin birinci fıkrasının son cümlesi, CMK'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasındaki düzenlemeler ve müdafi ile vekil arasındaki farklılıklar ve de itiraza konu olayda olduğu gibi; müdafinin tefhim edilen hükümlere karşı süresi içinde temyiz kanun yoluna başvurmaması nedeniyle oluşan hukuki sonuçlardan, kendisine yapılan tebligata kadar hakkındaki mahkûmiyet hükümlerinden haberdar olmayan sanığı sorumlu tutmanın, hak arama hürriyeti ve adil yargılanma ilkesi çerçevesinde etkin bir şekilde temyiz kanun yoluna başvurma hakkı ile bağdaşmayacağı hususu dikkate alındığında; müdafinin huzurunda sanığın yokluğunda verilen 17.12.2020 tarihli mahkûmiyet hükümlerinin, kamu davasının asli bir süjesi ve tarafı, diğer bir ifadeyle cezanın sorumlusu olan sanığa, ayrıca tebliğ edilmesi gerektiğinin, bu yöndeki Yerel Mahkeme uygulamasının doğru ve yerinde olduğunun, incelemeye konu mahkûmiyet hükümlerinin veriliş tarihi 17.12.2020 olmakla birlikte bölge adliye mahkemelerinin göreve başlama tarihinden önce verilen 09.04.2015 tarihli ilk hükümlerin, temyiz yasa yoluna tabi olması ve bu bağlamda somut olayda temyiz süresinin 1412 sayılı CMUK'nın 310. maddesine göre bir hafta olması nedeniyle, Özel Dairenin temyiz süresini 15 gün olarak kabul ederek inceleme yapması isabetli değil ise de gerekçeli kararı 26.12.2020 tarihinde tebliğ alan sanığın, 27.12.2020 tarihli temyiz isteminin süresinde olduğunun, bu hâli ile Özel Dairece işin esasına ilişkin temyiz incelemesi yapılmasının yerinde olduğunun kabulü gerekmektedir.
Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.
VI. KARAR
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının REDDİNE,
2-Dosyanın, mahalline gönderilmesi üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 29.03.2023 tarihinde yapılan müzakerede oy birliğiyle karar verildi.