"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
SAYISI : 2020/11 E., 2020/200 K.
KARAR : Davanın kabulüne
ÖZEL DAİRE KARARI : Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 15.10.2019 tarihli ve
2016/7799 Esas, 2019/5243 Karar sayılı BOZMA kararı
1. Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Muğla 2. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın kabulüne ilişkin karar davalı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten ve direnme kararının verildiği tarih itibariyle 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) Geçici 3 üncü maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun (HUMK) 26.09.2004 tarihli ve 5236 sayılı Kanun ile değişiklikten önceki hâliyle 438 inci maddesinin ikinci fıkrası gereğince direnme kararlarının temyiz incelemesinde duruşma yapılamayacağından davalı vekilinin duruşma isteğinin reddine karar verildikten sonra gereği düşünüldü:
I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi
4. Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin maliki olduğu Muğla ili, ... ilçesi, ... mahallesi, ... caddesinde bulunan ve tapuda 5 pafta, 27 ada, 9 No.lu parsel olarak kayıtlı taşınmaz üzerindeki evinin tadilat işlemleri için paraya ihtiyaç duyduğunu, kredi kullanmak için bankaya başvurduğunda müvekkilinin yaşı ve emekli olması nedeniyle kredi riskinin yüksek olduğu gerekçesiyle kredi talebinin reddedildiğini, bunun üzerine müvekkilinin hem damadı hem de kayınbiraderi olan davalı ile kredi çekilmesi konusunda anlaştığını, davalının tadilatlar için çekilecek kredinin kapanması hâlinde gayrimenkulün tapusunu davacı müvekkiline geri iade edeceğini kabul ederek İNG Bankası Muğla Şubesinden 05.07.2005 tarihinde 30.000,00 TL’lik kredi kullandığını, müvekkilinin aylık ödeme tutarlarının tamamını ödeyerek tüm kredi borcunu kapattığını, müvekkilinin iş arkadaşı olan ...’nun krediye kefil olduğunu, ...’nun müvekkiline kefil olmasının yapılan gayrimenkul satışının aslında inançlı işleme dayalı bir devir olduğunu gösterdiğini, devam eden süreçte davalının dava konusu 27 ada 9 No.lu parseldeki B blok 2 No.lu bağımsız bölümün müvekkilinin eşine, aynı parselde bulunan A blok 1 No.lu bağımsız bölümün de müvekkiline satışı için satış vekâletnamesi gönderdiğini, ancak ... 3. Noterliğine ait 27.07.2011 tarihli 09573 yevmiye No.lu vekâletnamede eksik ve yanlış hususlar olduğundan satışın yapılamadığını, aradan geçen uzunca bir süre sonunda olayın gerçeğini bilen akrabaların ikna etmesiyle davalıdan Balıkesir 3. Noterliğinin 04.07.2012 tarihli ikinci vekâletnamesinin alındığını, bu kez de B blok 1 No.lu bağımsız bölümün satışına dair vekâletnamenin gönderilmediğini, müvekkili tarafından üzerine düşen tüm edimler yerine getirildiği hâlde davalının kendisine inanılan konumunu kötüye kullanarak hiçbir edimini ifa etmediğini, müvekkilinin tapu devrini istemesine rağmen davalının taşınmazın tapusunu vermediğini, davalıya yapılan satışın inançlı işleme dayalı olduğunun diğer bir ispatının da davalı adına yapılan tapu devrinden sonra veya devirden önce davalının müvekkiline herhangi bir bedel ödememesi olduğunu, taşınmaz gerçekten satılmış olsaydı davalının müvekkilinin banka hesabına gayrimenkul bedelini yatırması gerektiğini ileri sürerek inançlı işleme aykırı hareket ederek edimini ifa etmeyen davalı adına kayıtlı B blok 1 No.lu bağımsız bölümün tapu kaydının iptali ile müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı Cevabı
5. Davalı cevap dilekçesinde; davacının taleplerinin genel olarak dürüstlük kuralına aykırı olduğunu, davacının yıllarca bizzat kendisinin yaptığı iş ve işlemleri dava ettiğini ve çelişkili davranışlarının korunmaması gerektiğini, dava konusu taşınmazı 09.08.2005 tarihinde gerçek değerinden fazlasını ödeyerek davacıdan satın aldığını ve taşınmazın maliki olduğunu, 10.08.2005 tarihinde yeni yapılacak üst katın inşaat işlerinin devam etmesi maksadıyla davacının eşi Aysen Ayaz’a 29.000,00 TL ödediğini, devamında başka ödemeler de yaptığını, davacının iddiasının aksine 05.07.2005 tarihinde değil 09.08.2005 tarihinde bankadan 30.000,00 TL konut kredisi kullandığını ve taksitlerini kendisinin ödediğini, davacının kredi borcunun tamamını ödediğine dair iddiasının gerçekle bağdaşmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
İlk Derece Mahkemesinin Kararı
6. Muğla 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 17.09.2015 tarihli ve 2013/441 Esas, 2015/506 Karar sayılı kararı ile; somut olayda taraflar arasındaki inanç sözleşmesinin varlığını ispatlamak için davacının herhangi bir yazılı delil sunamadığı, ancak davalı adına çekilen 30.000,00 TL tutarındaki kredinin davacı tarafından ödendiğine dair banka dekontlarının asıllarının dosyaya sunulduğu, sunulan bu dekontlarının davaya konu taşınmazın inançlı işlem iddiası ile davalıya devredildiği konusunda davacı yararına yazılı delil başlangıcı niteliğinde olduğu, bu nedenle davacının bildirdiği tanıkların dinlendiği, davalı tarafın tanık dinletme talebinin ise dava konusunun değerine göre iddianın kesin delillerle ispatlanması gerektiğinden ve davacının tanık dinlenmesine açıkça muvafakati bulunmadığından reddedildiği, dinlenen davacı tanıklarının ise davacının kredi çekmesinin zor olması nedeniyle kolay kredi çekilebilmesi için dava konusu taşınmazın tapusunun davalıya devredilmesi, çekilen kredi ödemelerinin davacı tarafından yapılması ve kredi borcunun kapatılmasından sonra yeniden taşınmazın davalı tarafından davacıya devredileceği konusunda tarafların anlaştıklarını beyan ettikleri, davacının arkadaşı olan ve davalıyı hiç tanımayan davacı tanığı ...’nun da çekilen bu krediye kefil olduğu, dosyaya sunulan ödeme makbuzlarından kredi borcunun davacı tarafından ödendiğinin anlaşıldığı, öte yandan dava konusu taşınmazda bulunan tüm bağımsız bölümlerin daha önce tek bir tapu kaydına haiz olduğu, taşınmaz üzerinde kat irtifakı tesis edildikten sonra dava dışı bağımsız bölümlerin davacıya satışı için davalı tarafından vekâletname verildiği, ancak taşınmaz bedellerinin alındığına dair herhangi bir belge ibraz edilmediği, davalının dava konusu bağımsız bölümün satışı konusunda ise vekâletname vermekten vazgeçtiği, neticede taraflar arasında inançlı işleme dayalı olarak sözlü biçimde yapılan sözleşmenin davacı tarafından dosyaya ibraz edilen yazılı delil başlangıcı niteliğindeki banka ödeme dekontları ve dinlenen tanık anlatımları ile ispatlandığı gerekçesiyle davanın kabulüne, dava konusu Muğla ili, ... ilçesi, ... mahallesi 27 ada 9 No.lu parselde bulunan 1/3 arsa paylı B blok 1 No.lu bağımsız bölümün davalı adına olan tapu kaydının inanç sözleşmesi uyarınca iptali ile davacı adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı
7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
8. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 15.10.2019 tarihli ve 2016/7799 Esas, 2019/5243 Karar sayılı kararı ile;
“…Dosya içeriği ve toplanan delillerden; davalı ...’in davacının damadı ve ikinci eşinin kardeşi olduğu, davacı adına kayıtlı çekişme konusu 1 numaralı bağımsız bölümün 05/07/2005 tarihinde 7.000,00 TL bedel karşılığında davalıya satıldığı, davalı tarafından ING Bank’tan 120 ay vadeli 09/08/2005 tarihli 30.000,00 TL bedelli konut kredisi çekildiği, 10/08/2005 tarihinde davalı tarafından davacının eşi olan Aysen’in hesabına ‘konut kredisi bedeli’ açıklamalı 29.000,00 TL tutarında havale yapıldığı, taşınmaz üzerinde 10/07/2012 tarihinde kat mülkiyeti tesis edildiği, A Blok 1 numaralı bağımsız bölümün davalı tarafından davacıya 23/07/2012 tarihinde 9.000,00 TL bedel karşılığında devredildiği, B Blok 2 numaralı bağımsız bölümün 11/07/2012 tarihinde 26.000,00 TL bedel karşılığında davacının eşine devredildiği, dosya kapsamındaki kredi sözleşmesi, banka hesapları ve dekontların incelenmesi sonucunda mali müşavir ve hesap bilirkişisi tarafından 30/05/2014 tarihli rapor düzenlenerek, davalının çektiği kredi borcuna ilişkin davacı ve davalının yaptığı ödemelere ilişkin görüş bildirildiği anlaşılmaktadır.
...
Somut olaya gelince; taraflar arasında inançlı işlemin ispatına yarar yazılı bir delil bulunmadığı tarafların kabulündedir. Ancak davacı taraf, konut kredisi taksitlerinin kendileri tarafından ödendiğini iddia ederek banka kredi kayıtlarına delil olarak dayanmaktadır. Bu durumda banka kayıtlarının HMK 202.maddesi uyarınca delil başlangıcı olduğunun kabulü karşısında, iddianın tanık delili dahil her türlü delille kanıtlanması olanaklı hale gelmektedir.
Hal böyle olunca, taraflara tanık listesini sunmak üzere süre verilmesi, tanık ismi bildirilmesi halinde tanıklar dinlenerek taraflar arasındaki ilişkinin açıklığa kavuşturulması ve oluşacak duruma göre bir sonuca gidilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir...” gerekçesiyle karar bozulmuştur.
Direnme Kararı
9. Muğla 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 17.06.2020 tarihli ve 2020/11 Esas, 2020/200 Karar sayılı kararı ile; Özel Dairenin bozma kararında inançlı işlemin ispatına ilişkin yazılı delil bulunmadığı, ancak banka kayıtlarının delil başlangıcı olduğu kabul edilerek tanık deliline dayanması yönünde taraflara süre verilmesi gerektiğinin belirtildiği, oysa yazılı delil başlangıcının davacı adına olduğu ve tanık gösterecek kişinin de bu anlamda davacı olması gerektiği, davacı tarafından bildirilen tanıkların dinlendiği, kredinin davalı tarafından çekilerek davacıya verildiği ve kredi taksitlerinin de davacı ile eşi tarafından ödediğinin tanık beyanlarıyla kanıtlandığı, banka kayıtlarından da kredi borcunun davacı tarafından kapatıldığının anlaşıldığı, bozma kararında davacı tanıklarının beyanlarına neden değer verilmediğinin açıklanmadığı, tanıkların olaylara ve belgelere yönelik yer ve zaman belirterek verdikleri beyanların aksini gösteren herhangi bir kanıt sunulmadığı gibi tanık ifadelerine değer verilmemesini gerektirir somut bir sebebin de bulunmadığı, temyizin davalı tarafından yapıldığı, davalının tanık dinletme talebinin ise süresi içinde yapılmadığından bahisle reddedildiği, davalıya tanık dinletmesi için süre verildiği ancak davalının tanık listesi sunmadığı, 16.04.2014 tarihli duruşmada davacı tarafa yazılı delil başlangıcına yönelik tanık dinletme talebinin hatırlatıldığı, taraflar arasındaki sözlü sözleşme, banka kayıtları, yazılı delil başlangıcı ve tanık beyanları dikkate alındığında inançlı işlemin kanıtlandığı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi
10. Direnme kararı süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
II. UYUŞMAZLIK
11. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; mahkemece davacı tarafından dosyaya sunulan kredi ödemelerine ilişkin banka dekontlarının davacı yararına yazılı delil başlangıcı olduğu ve tanık gösterecek kişinin de bu anlamda davacı olması gerektiği belirtilerek inançlı işlem konusunda davacının bildirdiği tanıkların dinlenmesi, davalının tanık dinletme talebinin ise dava konusunun değerine göre iddiaların kesin deliller ile ispatlanması gerektiği ve davacı tarafın davalının tanıklarının dinlenmesine açıkça muvafakati bulunmadığından bahisle reddedilerek davalı tanıklarının dinlenmemesi suretiyle sonuca varılmasının doğru ve yeterli olup olmadığı, mahkemece Özel Daire bozma kararında değinilen biçimde taraflara tanık listesini sunmak üzere süre verilmesinin ve taraflarca tanıkların bildirilmesi hâlinde dinlenerek yeniden inceleme yapılmasının gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE
12. Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle "inançlı işlem" ve "inanç sözleşmesi" ile ilgili yasal düzenleme ve kavramların irdelenmesi gerekir.
13. Bilindiği gibi Türk Hukukunda inançlı işlemleri doğrudan düzenleyen bir kanun hükmü bulunmamaktadır. Ancak uygulama ve öğretide, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 26 ncı (mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 19 uncu maddesi) maddesinde yer alan “sözleşme özgürlüğü” ilkesi kapsamında inançlı sözleşmelerin düzenlenebileceği ve geçerliliği kabul edilmektedir.
14. İnançlı işlemlerde inanan ve inanılan taraf, inanç sözleşmesinin konusunun mülkiyetinin önce inanılana geçmesi; ardından inanana geri dönmesi hususunda anlaşırlar. İnançlı işlemler, bir kimsenin menfaatinin başkası tarafından korunması veya teminat sağlamak amacıyla ona bazı hakları ciddi olarak devrettiği, ancak hakları iktisap edenin bunlardan ... bazı yetkileri hiç kullanmaması, bazılarını da ancak önceden hak ve hâlen menfaat sahibi olanın gösterdiği biçimde kullanmak zorunda olması hususunda tarafların anlaştığı işlemlerdir.
15. Görüldüğü üzere inançlı işlem ... esasına dayanan bir hukuki işlemdir. Taraflar birbirlerine duydukları ... sonucu bir malın mülkiyetini sözleşmenin karşı tarafına geçirir ve daha sonrasında bu malın kendisine geri döneceğine güvenir. Hatta inanan, malın kendisine döneceğine güvenen kişi olarak tanımlanır.
16. Türk Hukuk Lûgatında da “inançlı işlem” kısaca “Hukukî sonuçları taraflarca bilinen ve ekonomik amaçları aşan, böylece hak edinecek kişiyi durumu bilmeyen üçüncü kişiler önünde ya da karşısında daha iyi duruma getiren hukukî işlem" şeklinde ifade edilmiştir (Türk Hukuk Lûgatı, Türk Hukuk Kurumu, Cilt I, Ankara 2021, s. 573).
17. İnanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
18. Başka bir ifadeyle; bu tür sözleşmelerde inanan, inanılana bir hakkı yalnız belirli bir amaçla kullanması ve talebi hâlinde aralarındaki inanç anlaşmasına göre tekrar kendisine devretmesi kayıt ve şartıyla devretmektedir (Eren, Fikret/Dönmez, Ünsal: Eren Borçlar Hukuku Şerhi, C.I, s. 294, Ankara 2022).
19. İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye “inanan” adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de “inanılan” denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise “inanç konusu şey” olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır.
20. İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana veya onun gösterdiği üçüncü kişiye devretmeyi üstlenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün ifa edilmemesi hâlinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir.
21. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere mal varlığına dâhil olan bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum oluşturarak inanılana inançlı biçimde kazandırmak için başvururlar.
22. Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü ve daha ileri giden bir hak tanır.
23. İnanç sözleşmesinde taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de TBK'nın 26 ve 27 nci (mülga BK md. 19 ve 20) maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
24. Türk Hukukunda taşınmazlara ilişkin tasarruf işlemleri tapu müdürlüklerinde resmî şekilde yapılabilmektedir. Bu nedenle taşınmaz mülkiyetinin nakli tapuda inançlı temlik yoluyla yapılamamaktadır. Bu durum da taşınmazların inançlı devrinin muvazaa ile karıştırılmasına neden olmakta ve pek çok sakıncayı beraberinde getirmektedir. Hak sahipleri, taşınmazı inançlı olarak devretmek istemelerine rağmen tapu müdürlüklerinin bu işlemi yapamaması nedeniyle taraflar tapuda işlemi genellikle satış sözleşmesi şeklinde yapmakta, gerçek iradelerini yansıtan ve gizli işlem olarak gözüken inanç sözleşmesi ise şekil şartını taşımadığından taşınmazların inanç sözleşmesiyle devri mümkün olmamaktadır.
25. Bu nedenle taşınmaz mallar ya da şekle bağlı akitlerde, inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağı ve sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi hâlinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağı önem taşımakta olup, bu bağlamda 05.02.1947 tarihli ve 1945/20 Esas, 1947/6 Karar sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu Kararında eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanun’un yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
26. Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hâllerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekâlet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanunu’nun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmî senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Kanunu’nun 18 inci maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna hükmolunmuştur.
27. İçtihadı birleştirme kararlarının konularıyla sınırlı, gerekçeleri ile yol gösterici ve sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması hâlinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
28. Ayrıca İçtihadı Birleştirme Kararının sonuç bölümünde, inanç sözleşmesi olarak anılan belgenin, sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi yeterli görülmüş olup, hiçbir yerinde inançlı işlemin dayandığı yazılı belgenin, en geç işlem tarihinde veya daha önceki bir tarihte düzenlenmiş olması gerektiği hususu tartışılmadığı gibi değinilen bu konuda en ufak bir açıklama dahi yapılmamıştır. Bunun dışındaki bir kabul, İçtihadı Birleştirme Kararının kapsamının genişletilmesi anlamını taşıyacağından, bu durum hukuk düzeni tarafından da kabul edilemez.
29. Bu nedenle, inanç sözleşmesine dayalı iddiaların şekle bağlı olmayan, tarafların imzasını taşıyan yazılı belge ile kanıtlanabileceği, inançlı işleme konu belgenin, akit tarihinden önce ya da sonra düzenlenmesinin sonuca etkili olmadığı İçtihadı Birleştirme Kararının doğal bir sonucudur. Sözü edilen kararın gerekçesinde, yazılı belgenin akitten önce veya sonra düzenlenmesi gerektiğine; diğer bir anlatımla akitten sonraki tarihi taşıyan belgenin geçerli olamayacağına dair bir ifade ya da hüküm bulunmadığı gibi sonuç bölümünde de yalnızca “nam-ı müstear davalarının mesmu ve yazılı delil ile ispatının caiz olduğuna” hükmedilmiştir.
30. Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 15.03.2023 tarihli ve 2021/1-483 Esas, 2023/218 Karar; 18.10.2022 tarihli ve 2020/(14)7-598 Esas, 2022/1307 Karar; 14.06.2022 tarihli ve 2019/14-799 Esas, 2022/911 Karar; 23.11.2021 tarihli ve 2018/(14)7-582 Esas, 2021/1470 Karar; 27.05.2021 tarihli ve 2017/1-1829 Esas, 2021/635 Karar; 09.12.2020 tarihli ve 2019/14-737 Esas, 2020/1021 Karar; 18.02.2020 tarihli ve 2018/14-1065 Esas, 2020/180 Karar; 17.01.2019 tarihli ve 2017/1-2610 Esas, 2019/12 Karar sayılı kararlarında da aynı ilkeler benimsenmiştir.
31. İspat kuralları açısından bakıldığında ise; inançlı işlemi doğrudan düzenleyen bir kanun hükmü bulunmadığından, ispatı hakkında da kanunlarımızda herhangi bir hüküm yer almamaktadır. İnançlı işlemin ana unsurları, inanç sözleşmesi ve kazandırıcı işlem (hakkın devri işlemi) nasıl özel bir şekle bağlı değilse, inançlı işlemin ispatında da, kural olarak özel bir biçim koşulunun aranmaması, inançlı işlemin ispatında genel hükümlerin uygulanması gerekir (..., Eraslan: İnançlı İşlem ve Muvazaa Davaları, 6. Baskı, s. 61, Ankara 2015).
32. Bu aşamada adil yargılanma hakkı başlığı altında hukuki dinlenilme hakkı ve ispat hakkı ile ilgili kavram ve yasal düzenlemelerin açıklığa kavuşturulmasında fayda vardır.
33. Hukuk devletinin bir gereği olarak bireyler hakları ihlal edildiği ya da tehlikeye düştüğü zaman hukuki korunma için devlete başvurmak zorunda olup, kendiliğinden hak arama yetkisine sahip değildirler. Bireylere tanınan bu hak, devletin anayasal teminatı altındadır.
34. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Anayasa)’nın “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36 ncı maddesinin birinci fıkrası;
“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir” hükmünü düzenlemiş olup, hak arama özgürlüğü adı altında hukuki koruma (korunma) talebine yönelik anayasal teminatı bireylere vermektedir.
35. Anayasanın 36 ncı maddesinin birinci fıkrasında, herkesin yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddiada bulunma ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Dolayısıyla mahkemeye erişim hakkı, Anayasanın 36 ncı maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün bir unsurudur (Gökhan Ateş, B. No: 2017/32699, 12.01.2021, § 23).
36. Anayasanın 90 ıncı maddesinin son fıkrasında ise usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmaların kanun hükmünde olduğu, bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağı, temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümlerinin esas alınacağı ifade edilmiştir.
37. Bu bağlamda ülkemizin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) 6 ncı maddesinde adil yargılanma hakkı ayrıntılı şekilde yer almış olup, Sözleşmenin “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6 ncı maddesinin birinci fıkrası;
“Herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından, kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde görülmesini isteme hakkına sahiptir” şeklinde düzenlenmiştir (Hukuk Genel Kurulunun 08.03.2022 tarihli ve 2020/9-605 Esas, 2022/264 Karar; 27.05.2021 tarihli ve 2017/9-2204 Esas, 2021/638 Karar sayılı kararları).
38. Gerek Anayasanın 36 ncı maddesinde ve gerekse AİHS'nin 6 ncı maddesindeki adil yargılanma hakkının en önemli unsuru olan “Hukuki dinlenilme hakkı”nı düzenleyen 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) başlıklı 27 nci maddesinde;
"(1) Davanın tarafları, müdahiller ve yargılamanın diğer ilgilileri, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahiptirler.
(2) Bu hak;
a) Yargılama ile ilgili olarak bilgi sahibi olunmasını,
b) Açıklama ve ispat hakkını,
c) Mahkemenin, açıklamaları dikkate alarak değerlendirmesini ve kararların somut ve açık olarak gerekçelendirilmesini,
içerir" hükmüne yer verilmiştir.
39. Hukuki dinlenilme hakkının temel unsurları maddede tek tek belirtilmiş, böylece uygulamada bu temel yargısal hak konusundaki tereddütlerin önüne geçilmesi amaçlanmıştır. Hukuki dinlenilme hakkı üç unsurdan oluşmaktadır.
40. Bu unsurlardan ilki “bilgilenme hakkı”dır. Bu çerçevede, öncelikle tarafların gerek yargı organlarınca gerek karşı tarafça yapılan işlemler konusunda bilgilendirilmeleri zorunludur. Kişinin kendisinden habersiz yargılama yapılarak karar verilmesi, kural olarak mümkün değildir. Hak sahibinin kendisi ile ilgili yargılama ve yargılamanın içeriği hakkında tam bir şekilde bilgi sahibi olması sağlanmalıdır. Tarafın bilgi sahibi olmadığı işlemler, belge ve bilgiler yargılamada esas alınamaz. Bilgilenmenin şekli bakımından, hukuki dinlenilme hakkına uygun davranılmalı, ilgilinin bilgilenmesi şeklen değil, gerçek anlamda sağlanmaya çalışılmalıdır.
41. Bu hakkın ikinci unsuru, “açıklama ve ispat hakkı”dır. Taraflar, yargılamayla ilgili açıklamada bulunma, bu çerçevede iddia ve savunmalarını ileri sürme ve ispat etme hakkına sahiptirler. Her iki taraf da bu haktan eşit şekilde yararlanır. Bu durum "silahların eşitliği ilkesi" olarak da ifade edilmektedir.
42. Silahların eşitliği, hukuk devleti ve genel eşitlik ilkesinin bir sonucudur. Silahların eşitliği, "hâkim önünde eşitlik" ilkesi olarak, kanunî hâkim ve hukuki dinlenilme hakkı yanında klasik bir usuli temel hak olarak kabul edilmiştir. Silahların eşitliği ilkesi tarafların yargılama süresince mahkeme nezdinde sahip oldukları hak ve yükümlülükler bakımından eşitliğin gözetilmesini, taraflar arasındaki mücadelenin eşit silahlarla yürütülmesini öngörür. Bu hak taraflara usul kanunlarının öngördüğü kurallar çerçevesinde mahkemenin kararı bakımından önem arz eden bütün konularda açıklama yapma ve karşı tarafın iddialarına karşı koyabilmek için ihtiyaç duyulan bütün usuli savunmalarını ileri sürebilme hakkını içerir. Silahların eşitliği ilkesi uygulanırken süjeler arasında bir ayrım yapılamaz. Vatandaşlar ile yabancılar arasında, gerçek kişiler ile tüzel kişiler arasında ya da kamu tüzel kişileri ile özel hukuk tüzel kişileri arasında kural olarak fark yoktur (Pekcanıtez .../Özekes Muhammet/Akkan Mine/Korkmaz Taş Hülya.: Medenî Usûl Hukuku, İstanbul, Mart 2017, C. I, s. 854).
43. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) göre "silahların eşitliği ilkesi", davanın bir tarafını, diğer taraf karşısında belirli bir dezavantaj içine sokmayacak şartlar altında, her bir tarafın deliller de dahil olmak üzere, davasını ortaya koymak için makul ve kabul edilebilir olanaklara sahip olması zorunluluğu şeklinde ifade edilmiştir (İnceoğlu, Sibel; Adil Yargılanma Hakkı, Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru El Kitapları Serisi-4, 2018, s. 115).
44. Anayasa Mahkemesine göre ise "silahların eşitliği ilkesi", davanın taraflarının usule ilişkin haklar bakımından aynı koşullara tâbi tutulması ve taraflardan birinin diğerine göre daha zayıf bir duruma düşürülmeksizin iddia ve savunmalarını makul bir şekilde mahkeme önünde dile getirme fırsatına sahip olması anlamına gelmekte; bu usul güvencesinin, uyuşmazlığın her iki tarafına da savunmasının temel dayanağı olan delilleri sunma imkânı tanınmasını kapsadığı ifade edilmektedir (... Tulumcu, B. No: 2017/18458, 10.02.2021, § 34).
45. Doktrinde silahların eşitliği ilkesinin taraflara hem şekli hem de maddi anlamda eşit olanak (şans) tanıması gerektiği kabul edilmektedir. Bu ayrıma göre usuli anlamda eşitlik, tarafların yargılamadaki konumuyla ilgilidir ve kural olarak tarafa davacı veya davalı olmasına göre farklı şekilde davranılmasını yasaklar. Maddî anlamda eşitlik ise yargılama sırasında sübjektif haklarının yerine getirilmesi bakımından taraflara eşit imkân (şans) verilmesini güvence altına alır (Pekcanıtez, Özekes, Akkan, Korkmaz Taş, s. 855).
46. Adil yargılanma hakkının içinde yer alan ve silahların eşitliği ilkesinin tamamlayıcısı diğer bir hak ise, “çelişmeli (çekişmeli) yargılama hakkı”dır. Çekişmeli yargılama ilkesinin anlamı, bir hukuk ya da ceza davasında tüm taraflara, mahkemenin kararını etkilemek amacıyla ulusal yargının bağımsız bir mensubu tarafından bile olsa gösterilen kanıtlar ve sunulan görüşlerle ilgili bilgiye sahip olma ve bunlarla ilgili görüş bildirebilme hakkının tanınmasıdır (Doğru, .../ Nalbant, Atilla: İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (Açıklama ve Önemli Kararlar), C.1., s. 637, 2012).
47. Hukuki dinlenilme hakkının üçüncü unsurunu, “tarafların iddia ve savunmalarını yargı organlarının tam olarak dikkate alıp değerlendirmesi” oluşturmaktadır. Bu değerlendirmenin de kararların gerekçesinde yapılması gerekir (HMK'nın Hükümet gerekçesi madde 32).
48. Anayasanın 36 ncı maddesine göre mahkemelerin, tarafların dayanaklarını, iddialarını ve delillerini etkili bir biçimde inceleme görevi vardır. Dolayısıyla mahkemelerce, yargılamanın taraflarınca ileri sürülen iddialar ve gösterilen deliller gereği gibi incelenmek zorundadır.
49. Nitekim Anayasa Mahkemesi, genel anlamda hakkaniyete uygun bir yargılamanın yürütülebilmesi için silahların eşitliği ve çekişmeli yargılama ilkeleri ışığında taraflara iddialarını sunmak hususunda uygun olanakların sağlanmasının şart olduğunu; taraflara, tanık delili de dâhil olmak üzere delillerini sunma ve inceletme noktasında da uygun imkânların tanınması gerektiğini; bu anlamda delillere ilişkin dengesizlik veya hakkaniyetsizlik iddialarının da yargılamanın bütünü ışığında değerlendirilmesinin zorunlu olduğunu belirtmiştir.
50. Bilindiği üzere, dava konusu edilen bir hakkın ve buna karşı yapılan savunmanın dayandığı vakıaların (olguların) var olup olmadıkları hakkında mahkemeye kanaat verilmesi işlemine "ispat" denir. İspat faaliyeti aynı zamanda yargılama sürecinde taraflar açısından yargısal bir temel hak olarak da görünüm kazanır. İspat hakkını taraflar HMK'nın 189/1 inci maddesi gereğince kanunda belirtilen süre ve usule uygun olarak kullanırlar.
51. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 187/1 inci maddesine göre ispatın konusunu tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek çekişmeli vakıalar oluşturur ve bu vakıaların ispatı için delil gösterilir.
52. Vakıa (olgu), kendisine hukuki sonuç bağlanmış olaylardır (03.03.2017 tarihli ve 2015/2 Esas, 2017/1 Karar sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı). Sadece taraflarca ileri sürülen ve dayanılan vakıalar, ispatın konusunu oluşturur. İspatı gerekli ve önemli olan vakıalar, hâkimin vereceği kararı etkileyen ve hâkimin karar verirken dikkate alması gereken vakıalardır.
53. Kural olarak hâkim, taraflar arasında uyuşmazlık konusu olan vakıaların gerçekleşip gerçekleşmediğini kendiliğinden araştıramaz. Belli bir olayın gerçekleşip gerçekleşmediğini tarafların ispat etmesi gerekir.
54. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) ‘‘İspat yükü’’ başlıklı 6 ncı maddesinde;
“Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür” kuralı getirilmiştir.
55. Aynı yöndeki düzenleme HMK’nın 190 ıncı maddesinin birinci fıkrasında;
"İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukukî sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir" şeklinde ifade edilmiştir. Buna göre ispat yükü, ispatı gereken vakıalara dayanan tarafa ait olup, herkes iddiasını ispatlamakla mükelleftir.
56. Belirtilen bu ilkeler çerçevesinde inanç sözleşmesinin ispatlanması konusuna değinmek gerekir ise; inanç sözleşmesinin yazılı olması koşulu bir geçerlilik şartı olmayıp ispat şartıdır. İnançlı işlemin yazılı delilini inanç sözleşmesi oluşturmaktadır. Kazandırıcı işlem resmî şekilde yapılsa dahi inanç sözleşmesinin resmî şekilde yapılması gerekli olmayıp sadece yazılı yapılması yeterlidir. Nitekim bu husus yukarıda etraflıca açıklandığı üzere 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararında da belirtilmiştir. Başka bir ifadeyle tapulu taşınmazın inançlı işlemle temlikinde, inançlı işlemin yazılı biçimde yapılması gerekli ve yeterli olup yazılı şeklin bir ispat koşulu olduğu 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararının gereğidir.
57. Uygulamada, açıklanan nitelikte bir yazılı delil bulunmasa bile yanlar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek delil başlangıcı niteliğinde bir belge varsa, inanç sözleşmesinin “tanık” dâhil her türlü delille kanıtlanabileceği kabul edilmiştir. Yazılı delil veya delil başlangıcı yoksa inanç sözleşmesinin ikrar (HMK md.188) ve yemin (HMK md. 225 vd) gibi kesin delillerle de ispat edilmesi olanaklıdır.
58. Delil başlangıcı, HUMK'nın 292 nci maddesinde;
“Senetle ispatı lâzımgelen hususlarda tahriri bir mukaddimei beyyine mevcut olursa şahit istimaı caizdir.
Mukaddimei beyyine müddeabihin tamamen sübutuna kâfi olmamakla beraber bunun vukuuna delâlet eden ve aleyhine ibraz edilmiş olan taraf canibinden verilen evrak ve vesaiktir” şeklinde hükme bağlanmış iken;
HMK’nın 202 nci maddesinde ise;
“(1) Senetle ispat zorunluluğu bulunan hâllerde delil başlangıcı bulunursa tanık dinlenebilir.
(2) Delil başlangıcı, iddia konusu hukuki işlemin tamamen ispatına yeterli olmamakla birlikte, söz konusu hukuki işlemi muhtemel gösteren ve kendisine karşı ileri sürülen kimse veya temsilcisi tarafından verilmiş veya gönderilmiş belgedir” şeklinde düzenlenmiştir.
59. Türk Hukuk Lûgatında da “delil başlangıcı” hakkında HMK'nın 202 nci maddesinde yer alan düzenleme aynen tekrarlanmakla birlikte “Davanın kanıtlanması için bir delilde aranan koşulları olmamakla birlikte bazı destekleyici ögeler eklendiğinde tam bir delil niteliği kazanan kanıt" şeklinde tanım yapılmıştır (Türk Hukuk Lûgatı, Türk Hukuk Kurumu, Cilt I, Ankara 2021, s. 272).
60. Maddede sözü edilen belge HMK'nın 199/1 inci maddesindeki tanıma göre belirlenmelidir. "Belge" başlıklı maddede; uyuşmazlık konusu vakıaları (md.187) ispata elverişli yazılı veya basılı ..., senet, çizim, plan, kroki, fotoğraf, film, görüntü veya ses kaydı gibi veriler ile elektronik ortamdaki veriler ve bunlara benzer bilgi taşıyıcılarının bu Kanuna göre belge olduğu belirtilmiştir.
61. Bu aşamada delil başlangıcı sayılan belgenin varlığı hâlinde inanç sözleşmesinin ispatı açısından sıklıkla başvurulan "tanık" delili üzerinde de durulmalıdır.
62. Tanık, kavram olarak uyuşmazlık hakkında bilgi ve görgüsü bulunan üçüncü kişidir. Bazı hukuki işlemlerin belgelenmesini ve açıklığını sağlamak için de yasaya göre ve tarafların isteklerine göre hazır bulundurulan üçüncü kişilere "tanık" denir (Türk Hukuk Lûgatı, Türk Hukuk Kurumu, Cilt I, Ankara 2021, s. 1059).
63. Kural olarak, üçüncü kişi olması şartıyla yaşına, hukuki durumuna, taraflarla akrabalık derecesine bakılmaksızın, davada herkes tanık olarak dinlenebilir. Dolayısıyla davanın tarafları tanık olarak dinlenemez.
64. Tanık gösteren taraf, dinleteceği tanıkların adı ve soyadı ile tebliğe elverişli adreslerinin bulunduğu listeyi içeren dilekçesini mahkemeye verir ve her bir tanığın hangi vakıa hakkında dinlenileceğini de dilekçesinde bildirir. Bu hüküm HMK'nın 194 üncü maddesinde düzenlenen somutlaştırma yükümlülüğünün de bir gereğidir. Ayrıca HMK'nın 240 ıncı maddesinin ikinci fıkrasında da belirtildiği üzere ikinci bir tanık listesi verilmesi de mümkün değildir.
65. Tanık listesinde gösterilecek olan tanık sayısı hakkında herhangi bir sınırlama yoktur. İsteyen taraf, dilediği sayıda tanığın dinlenilmesini talep edebilir. Kural bu olmakla birlikte hâkim gösterilen çok sayıda tanığın dinlenilmesinin gereksiz olduğu veya davayı uzatma amacıyla yapıldığı sonucuna varırsa, gerekçeli kararında belirtmek şartıyla bütün tanıkları dinlemeyebilir. Bu hususa işaret eden ve yine HMK'nın getirdiği bir yenilik olarak karşımıza çıkan 241 inci madde;
“(1) Mahkeme, gösterilen tanıklardan bir kısmının tanıklığı ile ispat edilmek istenen husus hakkında yeter derecede bilgi edindiği takdirde, geri kalanların dinlenilmemesine karar verebilir” düzenlemesini içermektedir.
66. Anılan maddenin gerekçesinde aynen şöyle denilmektedir: "Tanıklardan bir kısmının dinlenilmesiyle yetinilmesi" başlığını taşıyan bu madde, davayı uzatma niyetiyle hareket etmek isteyen tarafın bu konudaki çabalarını önleme yolunda, mahkemeye tanınmış bir imkânı ifade etmektedir. Bir önceki maddenin ikinci fıkrasıyla tanıkların hangi vakıa hakkında dinleneceklerini açıklama görevinin tanığı gösteren tarafa yüklenmiş olduğu da dikkate alınarak, bu bağlamda, taraflarca tanık listesinde gösterilen tanıklardan bir kısmının dinlenmesiyle yeterli derecede sonuç alınmış ise diğerlerinin dinlenmesinden vazgeçilmiş sayılmasına karar verilebilecektir."
67. Bu ilkeler ışığında; bir davada tanıklar HMK’nın 241 inci maddesinde belirtilen durum ayrık olmak üzere açıkça vazgeçme olmadıkça dinlenmek zorundadır
68. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Tanığın davet edilmesi” başlıklı 243 üncü maddesi ise;
"(1) Tanık davetiye ile çağrılır. Ancak, davetiye gönderilmeden taraflarca hazır bulundurulan tanık da dinlenir. Şu kadar ki, tanık listesi için kesin süre verildiği ve dinlenme gününün belirlendiği hâllerde, liste verilmemiş olsa dahi taraf, o duruşmada hazır bulundurursa tanıklar dinlenir.
(2) Davetiyenin duruşma gününden en az bir hafta önce tebliğ edilmiş olması gerekir. Acele hâllerde tanığın daha önce gelmesine karar verilebilir.
(3) Tanığı davet, gerektiğinde telefon, faks, elektronik posta gibi araçlardan yararlanılmak suretiyle de yapılabilir. Ancak, davete rağmen gelmemeye bağlanan sonuçlar, bu durumda uygulanmaz” hükmünü içermektedir.
69. Aynı Kanun'un 245 inci maddesinde ise;
"Kanunda gösterilen hükümler saklı kalmak üzere, tanıklık için çağrılan herkes gelmek zorundadır. Usulüne uygun olarak çağrıldığı hâlde mazeret bildirmeksizin gelmeyen tanık zorla getirtilir, gelmemesinin sebep olduğu giderlere ve beşyüz Türk Lirasına kadar disiplin para cezasına hükmolunur. Zorla getirtilen tanık, evvelce gelmemesini haklı gösterecek sebepleri sonradan bildirirse, aleyhine hükmedilen giderler ve disiplin para cezası kaldırılır” düzenlemesi mevcuttur.
70. Hemen belirtilmelidir ki; tanıkların taraflarca hazır edilmesini zorunlu kılan bir kural yoktur. Bunun aksinin kabulü adil yargılanma hakkı kapsamında iddia ve savunma hakkının kısıtlanması ve eksik inceleme sonucunu doğurur.
71. İnanç sözleşmesinin hukuki mahiyeti ve ispatına ilişkin tüm bu genel açıklamalardan sonra somut olaya gelindiğinde, eldeki davanın inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil istemiyle açıldığı, dosya kapsamında taraflar arasında varlığı iddia edilen inanç sözleşmesini ispatlamaya elverişli herhangi bir yazılı belge veya delil bulunmadığı, davacının dosyaya sunduğu banka kayıtları ile ödemelere ilişkin makbuz ve dekontların HMK'nın 202 nci maddesi uyarınca “delil başlangıcı” sayıldığı gerek ilk derece mahkemesinin gerekse Özel Dairenin kabulünde olup, bu hususlar ihtilâf konusu değildir.
72. İlk Derece Mahkemesi ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık; taraflar arasında sözlü olarak kurulan inançlı işlemin ispatlanması için davalının bildirdiği tanıkların dinlenmesinin gerekli olup olmadığı noktasındadır.
73. İlk Derece Mahkemesince davacı tarafından dosyaya sunulan kredi ödemelerine ilişkin banka dekontlarının davacı yararına yazılı delil başlangıcı olduğu ve tanık gösterecek kişinin de bu anlamda davacı olması gerektiği belirtilerek inançlı işlem konusunda davacının bildirdiği tanıkların dinlenmesi, davalının tanık dinletme talebinin ise dava konusunun değerine göre iddiaların kesin delillerle ispatlanması gerektiği ve davacı tarafın davalı tanıklarının dinlenmesine açıkça muvafakati bulunmadığından bahisle reddedilerek davalının bildirdiği tanıklar dinlenmeden karar verilmesi doğru olmamıştır.
74. Gerçekten de bir hukuki olgunun ispat yükü kendisine ait olan taraf dışında karşı tarafın tanık dinletemeyeceği yönünde usuli bir kural bulunmamaktadır. Hukuki dinlenilme hakkı yargılama ile ilgili bilgi sahibi olunmasını, açıklama ve ispat hakkını, mahkeme kararlarının gerekçeli olmasını da kapsayan geniş bir anlama sahiptir. "Hukukî dinlenilme hakkı" ve "silahların eşitliği ilkesi" gereğince her iki tarafın eşit şekilde bilgi ve belge sunma, beyanda bulunma, açıklama yapma imkânının bulunması, tarafların yargılama süresince mahkeme nezdinde sahip oldukları hak ve yükümlülükler bakımından eşitliğin gözetilmesi, taraflar arasındaki mücadelenin eşit silahlarla yürütülmesi ve iki tarafın delillerinin değerlendirilerek tartışılması adaletin görünür kılınmasını da sağlayacaktır.
75. Ayrıca gerekçeli bir karar ancak iddia ve savunmanın tartışılması, gösterilen delillerin neden birinin diğerine üstün tutulduğunun açıkça ortaya konulması ile mümkündür. Somut olayda olduğu gibi, davacı tarafça bildirilen ve mahkemece dinlenen tanık beyanlarının denetimi, iddia ve savunma ile çelişki arz edip etmediği ancak davalı tarafın sunduğu delillerin değerlendirilmesi ile olanaklı olacaktır. Dolayısıyla davalı tanıkları dinlenmeden ve dosya kapsamı bütün olarak değerlendirilmeden davacının iddiasının kuşkuya yer vermeyecek biçimde ispatlandığı kabul edilemez.
76. Bu durumda mahkemece cevap dilekçesinde hangi vakıayı ispat için tanık deliline dayandığını belirten davalının tanıklarının dinlenilmesi gerekirken, davalı tarafın tanık dinletme talebinin reddine karar verilerek sonuca varılması, hukuki dinlenilme hakkının ve bu hakkın alt unsurları olan “iddia ve savunma hakkı” ile “açıklama ve ispat hakkı” olarak da nitelendirilen "silahların eşitliği ilkesi"nin ihlâli niteliğinde olup adil yargılanma hakkı ile bağdaşmamaktadır.
77. Netice itibariyle; az yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda davalı tanıklarının HMK’nın 243 üncü ve 245 inci maddelerine uygun olarak çağrılmaları ve tanıkların dinlenerek yeniden yapılacak inceleme ve değerlendirme ile işin esası incelenmek suretiyle hâsıl olacak sonuca göre karar verilmelidir.
78. Her ne kadar Özel Dairenin bozma kararında "...taraflara tanık listesini sunmak üzere süre verilmesi,.." gerektiği belirtilmiş ise de; dosya kapsamından taraflarca yasal süresi içinde tanık listesinin sunulduğu anlaşıldığından, bozma kararındaki hatalı olan bu kısım düzeltilmiştir.
79. Hâl böyle olunca; direnme kararının yukarıda açıklanan değişik gerekçe ve nedenlerle bozulması gerekmiştir.
80. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında; taraflar arasındaki inançlı işlemin ispatına yönelik olarak davacı tarafından dosyaya sunulan kredi ödemelerine ilişkin banka dekontlarının davacı yararına delil başlangıcı sayılması gerektiği, bu bağlamda tanık gösterecek kişinin de lehine delil başlangıcı bulunan davacı taraf olduğu, mahkemece dosyaya delil başlangıcı niteliğinde belge sunan davacı tarafın bildirdiği tanıkların dinlenmesinin doğru olduğu ve direnme kararının onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş yukarıda açıklanan nedenlerle Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.
81. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
IV. KARAR
Açıklanan sebeplerle;
Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda belirtilen değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı, 6217 sayılı Kanun’un 30 uncu maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429 uncu maddesi gereğince BOZULMASINA,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,
Aynı Kanun’un 440 ıncı maddesi uyarınca kararın tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere,
04.10.2023 tarihinde oy çokluğuyla karar verildi.