"İçtihat Metni"
Taraflar arasındaki "alacak" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Muğla 1.Asliye Hukuk Mahkemesi'nce davanın zamanaşımı nedeniyle reddine dair verilen 15.12.2010 gün ve 2010/5 E., 2010/717 K. Sayılı kararın incelenmesi davacılar vekilince istenilmesi üzerine, Yargıtay 3. Hukuk Dairesi'nin 10.05.2011 gün ve 2011/3719 E., 2011/8267 K. sayılı ilamıyla;
(...Davacılar vekili dilekçesinde, müvekkilleri olan davacıların murisin mirasçısı olduklarını, muris ölmeden 5 ay önce banka hesabından 100.000 TL çekilerek bu paranın dava dışı 3. kişiler aracılığı ile davalının banka hesabına yatırıldığını, murisin bu işlemden sonra vefat ettiğini, davalının hakkı olmayan bir parayı alarak sebepsiz zenginleştiğini beyan ederek, bu paranın davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı taraf, zamanaşımı savunmasında bulunmuş, mahkemece davacı tarafın para transferini 2007 yılında öğrendiğini iddia etmesi karşısında, bu tarih itibariyle davada zamanaşımının dolduğu gerekçesi ile davanın zamanaşımı nedeni ile reddine karar verilmiştir.
Davacılar tarafından murisin eşi F. Cin ve (F. Cin'in ilk eşinden olan oğlu) İ. Özalp aleyhine aynı taleple dava açıldığı ve muris M.'nin para çekildiği tarihte fiil ehliyetini haiz olmadığı ve çekilen paranın 100.000 TL'sının muris M.'nin dava dışı torunu M. Cin'e gönderildiği sabit olduğundan davanın reddine karar verilmiş olup, bu karar 27.01.2009 tarihinde kesinleşmiştir.
Haksız İktisapta Zamanaşımı başlangıcı BK. mad. 66 uyarınca, "zarar görenin verdiğini istirdada hakkı olduğuna ıttıla tarihinden" başlar.
Somut olayda davacı, murisin hesabından çekilen paranın davalıya gönderildiğini ve davalı ile diğer dosya davalılarının el ve işbirliği içinde olduğunu İzmir 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin yukarıda anılan 2007/13 E.-2008/483 K. sayılı ilamı ile öğrenmiştir. Yasanın aradığı anlamda kimden geri almaya hakkı olduğunu öğrenme tarihi kararın kesinleşme tarihi (27.01.2009) olup bu davanın açıldığı tarih olan 04.01.2010 itibariyle bir yıllık zamanaşımı süresi dolmadığı anlaşıldığına göre davanın esası hakkında inceleme yapılması gerekirken yazılı gerekçeyle zamanaşımından reddi doğru görülmemiştir...)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, alacak istemine ilişkindir.
Mahkemenin, davanın zamanaşımı nedeniyle reddine dair verdiği karar davacılar vekilinin temyizi üzerine, Özel Daire'ce yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; Yerel Mahkemece, önceki kararda direnilmiştir. Hükmü davacılar vekili temyiz etmiştir.
Dosyadaki mevcut belge ve delillerden anlaşıldığı üzere; M. Cin'in Üçyol/İş Bankası Şubesine yanında eşi F., İ. İ. Özalp ve E. Yıldız ile birlikte gelerek banka hesabındaki 120.000 TL'sını 27.02.2006 tarihinde çektiği ve daha sonra 100.000 TL'sını M. Yüksel'e (M. Cin'in oğlu H.'nin bacanağına) banka aracılığıyla havale edildiği, M. Yüksel'in de havale yoluyla kendisine gelen 100.000 TL'sını M. Cin'e (H. Cin'in oğlu ve M. Cin'in de aynı zamanda torunu) aynı tarihte (27.02.2006) banka havalesi yoluyla gönderildiği uyuşmazlık dışıdır. Banka havalelerinden anılan paranın hangi hukuki nedene dayalı olarak davalı M. Cin'e gönderildiği ise anlaşılamamaktadır.
Dosyaya ibraz edilen mirasçılık belgesinden, M. Cin'in 31.07.2006 tarihinde ölümü ile mirası 3 pay kabul edilerek 1/3 hissesi kızı Ş. Cin'e (Uslu), 1/3 hissesi oğlu H. Cin'e, 1/3 hissesi kızı Ş. Cin'e (İmrak) intikal ettiği, eşi F. Cin'in mirastan diğer mirasçılar lehine noterde düzenlenen mirastan feragat sözleşmesi uyarınca feragat etmesi nedeniyle miras payının hesabında dikkate alınmadığı anlaşılmaktadır.
Adli Tıp Kurumu 4.İhtisas Kurulu'nun raporunda özetle, muris M. Cin'in banka havalesinin gerçekleştirildiği 27.02.2006 tarihinde fiil ehliyetinin bulunmadığı belirtilmiştir.
Yerel mahkeme ile Yüksek Özel Daire arasında, gerek maddi olgunun gerçekleşme biçimi ve gerekse davanın sebepsiz zenginleşme (haksız iktisap) hukuki sebebine dayanan bir geri alma davası olduğu konusunda, herhangi bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Yerel Mahkeme, gerek bozulan ilk kararında ve gerekse direnme kararında, davanın sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre çözümlenmesi gerektiğini kabul etmiş; bu kabul şeklini, Yüksek Özel Daire de benimsemiştir.
Hukuk Genel Kurulu'ndaki görüşmeler sırasında bir kısım üyeler, yerel mahkeme ile Özel Daire arasında davanın sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre çözümlenmesi gerektiğinin kabul edilmesi karşısında, artık bu kabul şeklinin dışına çıkılamayacağını ileri sürmüşler ise de, çoğunluk bu görüşe katılmamıştır (Aynı yönde bakınız. Hukuk Genel Kurulu'nun 17.02.2010 gün ve E:2010/13-93, K:2010/88 sayılı ilamı).
Bu bağlamda, Hukuk Genel Kurulu'nda yapılan görüşmede ilk önce taraflar arasındaki uyuşmazlığın çözümünde hangi hukuk kuralının uygulanması gerektiği tartışmaya açılmış; bir görüşe göre, M. Cin'in ölümüyle terekesinin elbirliğiyle mülkiyet hükümlerine tabi olduğunu, eldeki davayı ise iki mirasçının tereke adına değil de miras payları oranında açtıkları dikkate alındığında davanın husumet nedeniyle reddine karar verilmesi gerektiği belirtilmiş; bir başka görüşe göre, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 565/4.bend uyarınca tenkis hükümlerinin uygulanması gerektiği ileri sürülmüş ise de; çoğunlukça uyuşmazlığın Muhittin Cin'in tasarrufta bulunduğu 27.02.2006 tarihinde fiil ehliyetinin bulunmaması nedeniyle bu hukuki nedene dayalı olarak çözümlenmesi gerektiği benimsenmiştir.
Bu kabul şekline göre, konuyla ilgili açıklama yapılmasında yarar vardır.
Kuşkusuz, davranışlarının, eylem ve işlemlerinin sebep ve sonuçlarını anlayabilme, değerlendirebilme ve ayırt edebilme kudreti (gücü) bulunmayan bir kimsenin kendi iradesi ile hak elde edebilme, borç (yükümlülük) altına girebilme ehliyetinden söz edilemez.
Nitekim, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)'nun “Fiil ehliyetine sahip olan kimse, kendi fiilleriyle hak edinebilir ve borç altına girebilir” biçimindeki 9. maddesi hükmüyle hak elde edebilmeyi, borç (yükümlülük) altına girebilmeyi, fiil ehliyetine bağlamış; 10. maddesinde de, fiil ehliyetinin başlıca koşulu olarak ayırt etme gücü ile ergin (reşit) olmayı kabul ederek “Ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan her ergin kişinin fiil ehliyeti vardır.” hükmünü getirmiştir.
“Ayırt etme gücü” aynı Yasanın 13. maddesinde “Yaşının küçüklüğü yüzünden veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk ya da bunlara benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun olmayan herkes, bu Kanuna göre ayırt etme gücüne sahiptir.” denmek suretiyle açıklanmış, ayrıca ayırt etme gücünü ortadan kaldıran önemli nedenlerden bazılarına değinilmiştir. Önemlerinden dolayı bu ilkeler, söz konusu yasa ile diğer yasaların çeşitli hükümlerinde de yer almışlardır (HGK'nun 18.7.2007 gün ve E:2007/1-583, K:2007/556; HGK'nun 17.2.2010 gün ve E:2010/19-97, K:2010/83 sayılı ilamları).
Bunun yanında, TMK'nun 14.maddesi ayırt etme gücü bulunmayanların, küçüklerin ve kısıtlıların fiil ehliyetinin bulunmadığını belirttikten sonra aynı Yasanın 15.maddesinde de kanunda gösterilen ayrık durumlar saklı kalmak üzere, ayırt etme gücü bulunmayan kimsenin fiillerinin hukuki sonuç doğurmayacağı açıklığa kavuşturulmuştur.
Yasanın belirtilen düzenleme sistemine göre, temyiz kudretine sahip olmayan kimsenin yaptığı işlemlerin, hiçbir hukuki hüküm ifade etmeyeceği, dolayısıyla butlan ile malul bulunduğu söylenebilir. Gerek doktrinde gerekse uygulamada benimsenen görüş de bu doğrultudadır. Bu düzenleme ve kabul tarzının, mutlak ehliyetsizlik hali olarak da nitelendirilebilen, temyiz kudreti yoksunu (ayırt etme gücü bulunmayan) kişiyi korumaya yönelik olduğu muhakkaktır. Böyle bir korumanın gerekliliği de tartışılamaz.
Nitekim konuyla ilgili 28.07.1941 tarih ve 4/21 sayılı Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kararının sonuç bölümünde "...temyiz kudretinden mahrum olduğu kat'iyyetle tahakkuk etmesi halinde tasarruf, MK'nun 15. maddesi hükmünce batıldır. Mümeyyiz olmayan bir kimse ile hukuki muamalede bulunan diğer akidin bunu bilmiyerek iyi niyetle hareket etmiş olması, zikri geçen 15.maddenin mutlak ve kat’i sarahati karşısında, öyle bir kimsenin tasarrufu üzerine hukuki hükmün terettüp etmesi için kafi değildir.
Kanun o gibi temyiz kudretinden mahrum kimselerin esasen hüküm ifade etmeyen tasarrufları hususunda o tasarruftan dolayı hak iddia edenlerin iyi niyetini himaye etmemektedir. Elverir ki, o tasarrufun hüküm ifade etmesi için lüzumlu olan temyiz kudreti derecesinin tasarruf zamanında mevcut olmadığı kat’iyyetle sübut bulsun. Bu takdirde kasırın hali, hüsnüniyetten ziyade himayeye layık görülür. Medeni Kanunumuzun metin ve ruhundan başka türlü bir netice çıkarılmasına imkan yoktur..." denilmek suretiyle yukarıda sözü edilen görüşler dile getirilmiş, hatta ehliyetsizle hukuki muameleye taraf olan kişinin iyiniyetine değer verilemeyeceği hüküm altına alınmıştır.
Butlanla malul akit, bütün tarafları bakımından hükümsüzdür. Hükümsüzlüğün ehliyetsiz tarafından ileri sürülebilmesi ne denli doğru ise, akdin karşı tarafınca da ileri sürülebilir olması gerekir.
Nitekim Von Tuhr, "...Kanun vazıı hukuki muamelelere ve diğer hukuki fiillere hukuki hükümler tanımıştır; kanun vazıı her hak sahibinin hukuki vaziyetini menfaat ve arzularına uydurabilmesini haklı sayar. Bu salahiyet -kendisini bir zarardan korumak hususunda- bu muameleleri yapan kimsenin menfaatleri için olduğu kadar, kendisiyle münasebetlere girişen üçüncü şahısların menfaati için de asgari bir temyiz kudretine lüzum gösterir. Bununla beraber, kanun temyiz kudretine müstenit bir iradeyi bazan hukuki muamelenin sıhhati için lüzumlu ve bazan da lüzumsuz sayamaz; işlerin emniyet ve selameti bundan zarar görür.
"...Tamamıyla ehliyetsiz bir kimsenin bütün hukuki muameleleri faydalı olsun veya olmasın batıldır; ehliyetsiz kimse bilahare medeni hakların kullanılması salahiyetini iktisap etse bile bu muamelelerin butlanı devam eder. Kanuni mümessilin muvafakatı da hükümsüzdür...!” (Andreas von Tuhr:Borçlar Hukukununun Umumi Kısmı, Cilt:1-2, Cevat Edege Çevirisi, Ankara 1983, s.202-205) ifadeleriyle bu görüşü doğrulamaktadır (HGK'nun 27.11.2002 gün ve E:2002/1-877, K:2002/1029 sayılı ilamı).
Ne varki, mümeyyiz olmayan (ayırtım gücünden yoksun) kişinin, muamelenin hükümsüzlüğünü ileri sürmesi, objektif iyiniyet (dürüstlük) kurallarına aykırı olduğu takdirde dinlenmeyeceği aşikardır. Zira, bu durum bir hakkın suistimali durumuna girer ve kanuni himayeden mahrum olur (9.3.1955 tarih ve 22/2 sayılı Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kararı).
Yukarıda yapılan açıklamalar da göstermektedir ki, temyiz gücünden yoksun kişinin fiilleri ve bu arada tasarrufu kural olarak-kanunda gösterilen istisnalar hariç olmak üzere-butlan ile maluldür.
Şu halde, kural olarak butlan, ilgili olan herkes tarafından her zaman (bir süre sınırlaması olmaksızın) ileri sürülebilir. Zira, bu hukuki durum, taraflarca ileri sürülmesi gereken bir def'i olmayıp, itiraz niteliğindedir. Bu nedenle, yargılama sırasında taraflarca ileri sürülmese bile, hakim bu durumu kendiliğinden göz önüne almak zorundadır.
İşlemin hükümsüzlüğünün ileri sürülmesi, somut olay bakımından dürüstlük kuralına aykırı olmamalıdır. Zira, hükümsüzlüğün ileri sürülmesi, dürüstlük kuralına aykırı ve bu bağlamda hakkın kötüye kullanılması niteliğinde ise, dikkate alınmaz.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; 31.07.2006 tarihinde ölen M. Cin'in 27.02.2006 tarihinde akıl hastalığı nedeniyle ayırt etme gücünün bulunmadığı ve dolayısıyla anılan kişinin fiil ehliyetine haiz olmadığı dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
Yukarıda belirtildiği üzere, kural olarak TMK'nun 15.maddesi hükmü gereği, ayırt etme gücü bulunmayan kimsenin fiilleri hukuki bir sonuç doğurmayacağından, M. Cin'in sağlığında iken 27.02.2006 tarihinde M. Cin'e gönderilen 100.000 TL. nın gönderilmesine yönelik işlemi, hukuki bir sonuç doğurmaz.
Anılan bu hükümsüzlük bir itiraz niteliğinde olup, herhangi bir süreye de tabi olmadığı gibi, somut olay yönüyle de bu durumun dava yoluyla ileri sürülmesi dürüstlük kurallarına da aykırı değildir.
Şu durumda, yerel mahkemece eldeki davanın sebepsiz zenginleşme kuralları uyarınca zamanaşımı süresinin geçtiği gerekçesiyle reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
O halde, mahkemece yapılacak iş; eldeki davanın ehliyetsizlik iddiası kapsamında çözümlenmesi gerektiği ve davanın açılması da bir süreye tabi olmadığından, işin esasına girilerek varılacak uygun sonuç uyarınca karar vermek olmalıdır.
Yukarıda açıklanan değişik gerekçelerle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 1086 sayılı HUMK'nun 440/1.maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 16.01.2013 gününde oyçokluğu ile karar verildi.