"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ : Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 16. Hukuk Dairesi
1. Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Çamardı Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine karar verilmiş, davacı vekilince istinaf kanun yoluna başvurulması üzerine Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 16. Hukuk Dairesi tarafından istinaf istemi kabul edilerek ilk derece mahkemesi kararı kaldırılıp yeniden hüküm kurulmuş, karar davalı tarafın temyizi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Bölge Adliye Mahkemesince Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davalı adına dava takipçisi tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:
I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
4. Davacı asıl dava dilekçesinde; Niğde ili Çamardı ilçesi Çukurbağ köyündeki 255 ada 3 parsel sayılı taşınmazın mirasbırakan babası Mehmet Umucu’ya ait olduğunu, davalı kardeşi ...’nun murisin yaşlılığından faydalanarak anılan taşınmazı üzerine geçirdiğini, bu şekilde mirastan mahrum bırakıldığını, davalının murisi kandırdığını ileri sürerek tapu kaydının iptali ile adına tesciline karar verilmesini talep etmiş, davacı vekili 17.10.2016 tarihli beyan dilekçesi ile; temlikin muvazaa nedeniyle geçersiz olduğunu, dava dilekçesinde taşınmazın ada bilgisinin 225 yerine yanlışlıkla 255 yazıldığını bildirerek tapu kaydının iptali ile müvekkilinin miras payı oranında adına tescilini istemiştir.
Davalı Cevabı:
5. Davalı adına dava takipçisi cevap dilekçesinde; öncelikle davanın hak düşürücü ve zamanaşımı süreleri nedeniyle reddi gerektiğini, iddiaları kabul etmediklerini, müvekkilinin 2000 yılında diğer mirasçıların da bilgisi dahilinde dava konusu taşınmazı muristen satın aldığını, o tarihten beri çekişmesiz şekilde malik sıfatıyla kullandığını, murisin başka taşınmazlarının da olduğunu, murisin ölümünden sonra mal paylaşımı sırasında dava konusu taşınmazın gündeme getirilmediğini, müvekkili tarafından davacı aleyhine el atmanın önlenmesi davası açıldıktan sonra bu davanın açıldığını, muvazaalı bir satış işlemi bulunmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
İlk Derece Mahkemesi Kararı:
6. Çamardı Asliye Hukuk Mahkemesinin 23.03.2017 tarihli ve 2016/64 E., 2017/26 K. sayılı kararı ile; satış işleminin 18.07.2000 tarihinde yapıldığı, murisin 27.05.2004 tarihinde öldüğü, davanın ise 04.08.2016 tarihinde açıldığı gözetildiğinde davacının satış işleminden haberdar olmadığı iddiasının hayatın olağan akışına uygun bulunmadığı, tapudaki satış bedeli ile taşınmazın gerçek değeri arasındaki farkın tek başına muvazaanın kanıtı sayılamayacağı, mahalli bilirkişi ve tanık anlatımları uyarınca davacının muvazaa iddiasını ispat edemediği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi Kararı:
7. İlk derece mahkemesi kararına karşı davacı vekili tarafından süresi içinde istinaf yoluna başvurulmuştur.
8. Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 16. Hukuk Dairesinin 20.12.2017 tarihli ve 2017/620 E., 2017/1386 K. sayılı kararı ile; murisin mal satmaya ihtiyacı olmadığı, malî durumunun iyi olduğu, dava konusu taşınmazdaki ağılın davacı tarafından inşa edilip kullanıldığı, kalan kısmı ise davalının tasarruf ettiği, davacı tarafın taşınmazın satışından haberdar olmadığı, murisin ölümünden sonra da taşınmazın taraflarca kullanılmaya devam edildiği, satış bedelinin ödendiği savunmasının kanıtlanamadığı, murisin ölünceye kadar davalı oğlu ile yaşadığı, davalının geçimini murisin temin ettiği ve alım gücü olmadığı hususları ile mirasçılardan tanık Halil Umucu’nun beyanları da gözetildiğinde, yapılan temlikin mirastan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğunun kanıtlandığı gerekçesiyle davacının istinaf başvurusunun kabulüne, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 353/1-b.2 bendi uyarınca hükmün kaldırılmasına ve davacının miras payı oranında davanın kabulüne karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
9. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı adına dava takipçisi temyiz isteminde bulunmuştur.
10. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 25.02.2019 tarihli ve 2018/950 E., 2019/1280 K. sayılı kararı ile;
"...6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun(HMK) 190. Maddesinde, "İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir."; 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun(TMK) 6. maddesinde, "Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür." şeklinde yer alan hükümlerle, açılmış bir davada ispat yükünün kural olarak davacıya yüklendiği tartışmasızdır.
Somut olayda, davacı tanığı Hâlil tarafların kardeşi olup, satış hakkında bilgisi olmayıp, ancak mirasbırakanın mal satmaya ihtiyacı olmadığını, davalının da alım gücüne sahip olmadığını bildirmiş, yine tanık olarak dinlenen tarafların kardeşleri Zeliha, Elife ve Kezban ise; mirasbırakanın paraya ihtiyacı olduğunu, taşınmazın davalıya satıldığını, hatta pazarlığın davacı ... tarafından yapıldığını, işlemin gerçek satış olduğunu bildirmişlerdir. Bölge Adliye Mahkemesi kararının gerekçesinde Hâlil’in ifadesine üstünlük tanımış, yine tarafların kardeşi olan kızkardeşlerin ifadelerini tartışmamıştır. Her ne kadar diğer mirasçıların bu satıştan haberdar olmadıkları gerekçe yapılmış ise de mirasçı kız kardeşler, satıştan herkesin haberdar olup, pazarlığın da davacı ... tarafından yapıldığını beyan etmişlerdir. Tanıklar mirasbırakanın diğer mirasçılardan mal kaçırmasını gerektirir somut bir bilgi de vermemişlerdir. Mirasbırakanın başka taşınmazlarının olduğu yine kararın gerekçesinde de yer almıştır. Tüm bu somut olgular birlikte değerlendirildiğinde işlemin gerçek satış olduğu sonucuna varılmaktadır. Salt bedeller arasındaki oransızlıkta tek başına muvazaanın delili değildir.
Bu durumda da, toplanan deliller ve yukarıda değinilen ilkeler birlikte değerlendirildiğinde temliğin mal kaçırmak amaçlı ve muvazaalı olduğu iddiasının ispat edilmediği sabittir.
Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile kabulüne karar verilmesi doğru değildir…’’ gerekçesiyle karar bozulmuştur.
Direnme Kararı:
11. Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 16. Hukuk Dairesinin 15.05.2019 tarihli ve 2019/535 E., 2019/618 K. sayılı kararı ile; önceki gerekçe yanında, murisin ev-arsa niteliğinde ve kendisinin ikâmet ettiği dava konusu taşınmazı davalı oğluna satış göstererek temlik ettiği, temlikten kısa süre sonra da öldüğü, murisin mal satmaya ihtiyacının nereden kaynaklandığının davalı tarafça somut bir delille kanıtlanamadığı, terekeden satış bedelinin çıkmadığı, öte yandan Dairelerince 5235 sayılı Kanun ile 6100 sayılı HMK hükümleri çerçevesinde maddi ve hukukî denetim yapıldığı, dosya kapsamı ve toplanan deliller doğrultusunda ilk derece mahkemesi tarafından maddi yönden delillerin hatalı değerlendirildiği kanaatine varılarak davacı tarafın muris muvazaası iddiasıyla açtıkları davanın kabulü gerektiği, bu kanaat ile yeniden esas hakkında hüküm tesis edildiği, Yargıtay Dairesince yapılan temyiz incelemesi sonucunda somut olayda uygulanan hukuk kurallarında bir hata yapıldığına ya da hukukî denetim eksikliğine değinilmediği belirtilmek suretiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
12. Direnme kararı süresi içinde davalı adına dava takipçisi tarafından temyiz edilmiştir.
II. UYUŞMAZLIK
13. Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda dosya kapsamı ve taraflarca sunulan delillere göre, mirasbırakan Mehmet Umucu tarafından davalı oğlu ...’ya 18.07.2000 tarih ve 139 yevmiye no’lu akitle satış suretiyle yapılan dava konusu temlikin mirasçıdan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğunun davacı tarafça ispat edilip edilemediği, Yargıtay tarafından maddi yönden deliller değerlendirilmek suretiyle muris muvazaası iddiasının ispat edilip edilmediği noktasında bir inceleme yapılıp yapılamayacağı, varılacak sonuca göre davanın reddine karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE
A- Denetimin Kapsamı Bakımından:
14. Uyuşmazlığın çözümü bakımından ilgili yasal düzenleme ve kavramların açıklanmasında yarar görülmektedir.
15. Bilindiği üzere ülkemizde iki dereceli yargı sistemi uygulanmakta iken, 2004 yılında kabul edilen 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanun’un yürürlüğe girmesi ve 6100 sayılı HMK ile istinaf kanun yolu hükümlerinin düzenlenmesi, bu düzenlemeye uygun olarak 20.07.2016 tarihinde bölge adliye mahkemelerinin faaliyete başlaması ile üç dereceli yargı sistemine geçilmiş bulunmaktadır.
16. Kural olarak, HMK’nın 361. maddesinde de kabul edildiği üzere; bölge adliye mahkemesi hukuk dairelerinden verilen temyizi kabil nihaî kararlar ile hakem kararlarının iptali talebi üzerine verilen kararlara karşı tebliğ tarihinden itibaren iki hafta içinde temyiz yoluna başvurabilir. Aynı Kanun’un 362. maddesinde temyiz yoluna başvurulması mümkün olmayan kararlar düzenlenmiştir. Öncelikle eldeki davanın temyizi kabil kararlar kapsamında olduğu açıktır.
17. Yargıtayın bölge adliye mahkemesi hukuk dairelerinin ve ilk derece mahkemelerinin vermiş olduğu temyizi kabil kararların temyiz inceleme kapsamı HMK’nın 369. maddesinin birinci fıkrasında; “Yargıtay, tarafların ileri sürdükleri temyiz sebepleriyle bağlı olmayıp, kanunun açık hükmüne aykırı gördüğü diğer hususları da inceleyebilir.” şeklinde düzenlenmiştir. Bu maddeye göre Yargıtay, BAM gibi istinaf sebepleri ve kamu düzeni ile sınırlı bir inceleme yetkisinden ziyade tarafların ileri sürdükleri temyiz sebepleri ile bağlı olmaksızın kanunun açık hükmüne aykırı gördüğü hususları inceleyebilir.
18. “Bozma sebepleri” HMK’nın 371. maddesinde;
“(1) Yargıtay, aşağıda belirtilen sebeplerden dolayı gerekçe göstererek temyiz olunan kararı kısmen veya tamamen bozar,
a) Hukukun ve taraflar arasındaki sözleşmenin yanlış uygulanmış olması.
b) Dava şartlarına aykırılık bulunması.
c) Taraflardan birinin davasını ispat için dayandığı delillerin kanuni bir sebep olmaksızın kabul edilmemesi.
ç) Karara etki eden yargılama hatası veya eksikliklerin bulunması” şeklinde düzenlenmiştir. Bu sebeplerin bulunması durumunda Yargıtay bölge adliye mahkemesinin kararlarını gerekçesini göstererek bozabilecektir.
19. Hukuk Muhakemeleri Kanun’unun 371/1-a maddesinde “Hukukun ve taraflar arasındaki sözleşmenin yanlış uygulanmış olması." bozma sebebi olarak gösterilmiştir. Temyiz yolunda, istinaf mahkemesi kararı hukuka uygunluk bakımından inceleme konusu yapılır. Temyiz, istinaf mahkemesi kararının hukuka aykırı olması nedenine dayanır. Bir hukuk kuralının uygulanmaması veya yanlış uygulanması hukuka aykırılıktır. Bu hâliyle hukukumuzda en önemli temyiz sebebi bir maddi veya usul hukuk kuralının olaya hiç uygulanmaması veya yanlış uygulanmış olmasıdır (HMK m. 371/a). Zira hâkim Türk Hukukunu re'sen uygular (HMK m. 33). Hukuk deyimi Anayasayı, kanunları, kanunlara aykırı olmayan yönetmelik ve bunlara aykırı olmayan tüzükleri, örf ve adet hukukunu hatta olaya uygulanması gerekli bulunan yabancı mahkeme kararlarını da kapsamaktadır (Kuru, Baki: İstinaf Sistemine Göre Yazılmış Medeni Usul Hukuku, s.706,707,708 vd).
20. Davanın temelini vakıalar oluşturur. Vakıa tarafların iddia ve savunmasını dayandırdığı olaylardır. HMK’nın 194, 119/e, f ve 129/d, e maddelerine göre taraflar dava ve cevap dilekçelerinde dayandıkları vakıaları, ispata elverişli şekilde somutlaştırmalıdırlar. Ayrıca taraflar, dayandıkları delilleri ve hangi delilin hangi vakıanın ispatı için gösterildiğini açıkça belirtmeleri zorunludur. HMK’nın 25. maddesine göre, kanunda öngörülen istisnalar dışında, hâkim, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamaz ve onları hatırlatabilecek davranışlarda dahi bulunamaz. Ayrıca kanunla belirtilen durumlar dışında, hâkim, kendiliğinden delil toplayamaz. HMK’nın 187. maddesine göre, ispatın konusunu tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek çekişmeli vakıalar oluşturur ve bu vakıaların ispatı için delil gösterilir. Aynı kanunun 189/4 maddesine göre ise bir vakıanın ispatı için gösterilen delilin caiz olup olmadığına mahkemece karar verilir. Yargıtay bu usul kurallarına aykırılık olması durumunda HMK’nın 371/1-c maddesinde düzenlenen “Taraflardan birinin davasını ispat için dayandığı delillerin kanuni bir sebep olmaksızın kabul edilmemesi.” sebebine göre bölge adliye mahkemesinin kararını bozabilecektir.
21. Kanunda sayılan temyiz sebeplerini maddî hukuka ilişkin temyiz sebepleri ve usul hukukuna ilişkin temyiz sebepleri olarak ayrıma tâbi tutmak; usul hukukuna ilişkin temyiz sebeplerini ise mutlak temyiz sebepleri ve nispî temyiz sebepleri şeklinde ayırmak benimsenmiş bir usuldür. Usul hukukuna ilişkin temyiz sebepleri bakımından Kanun kural olarak "karara etki etme" kriteri şeklinde isimlendirilebilecek bir kriter kabul etmektedir. Buna göre kural olarak temyiz edilen kararın verildiği davada yapılmış olabilecek bütün usule aykırılıklar değil sadece karara etki eden usule aykırılıklar bozma sebebi teşkil eder (Budak, Ali Cem / Karaaslan, Varol: Medenî Usul Hukuku, 4. Baskı, Ankara 2020, s. 410,411).
22. İlk derece mahkemeleri ve bölge adliye mahkemeleri derece mahkemesi olup, Yargıtay ise denetim mahkemesidir ve derece mahkemelerince verilen ve temyizen önüne gelen kararların hukuka uygunluğunu denetlemekle görevlidir. Yargıtay hukukî denetim ve içtihat mercii olup, yasal süresi içerisinde ileri sürülmeyen yeni vakıalar ve deliller Yargıtay tarafından inceleme konusu yapılamaz, delil toplanamaz, temyizen gelen dosya ve içerisinde bulunan bilgi ve belgelerle karar verir. Bununla birlikte mahkemenin vakıayı tespit ederken kanuna aykırı davranmış olması, örneğin taraflarca ileri sürülmeyen bir vakıanın re'sen dikkate alınarak hüküm verilmesi, vakıa tespitinin dosyada ki delillerle çelişik bulunması, dosyada bulunan bir delil görmezden gelinerek karar verilmiş olması, maddi vakıa tespitinin akla aykırı bir konuya ilişkin bulunması, hâkimin mantık kurallarına aykırı bir maddi vakıa tespiti yapması ve bunun sonucunda da yanlış bir hukukî sonuca varması hâlinde pek tabi Yargıtay bu hatalı tespit ile bağlı olmayacak ve hatalı kararı denetleyecektir. Bunların yanı sıra Yargıtay maddi vakıalara bağlanan sonuçları da denetleyecektir.
23. Yargıtayın asıl görevi, hukukun ülke içinde ahenkli bir şekilde uygulanmasını sağlamaktır. Yargıtayın kuruluş ve vücut sebebi olan bu önemli görevi dolayısıyla bütün mahkeme hükümlerini hukukun uygulanması bakımından kontrol edebileceğini ve bu kontrol yetkisinin mutlak olduğunu kabul zarureti vardır.
Hâkim önüne gelen bir uyuşmazlıkla ilgili maddi vakıaları tespit ettikten sonra hukuk alanındaki faaliyetine geçer. Bu faaliyet dört aşamadan oluşur ve her aşama hukukî niteliği haiz olduğundan Yargıtayın mutlak denetimine tabidir. Hâkim ilk önce usul hükümlerine uygun olarak tespit ettiği somut olaya ilişkin vakıalara uygulanacak hukuk kuralını tespit eder. Hâkim, tespit ettiği vakıalara uygulayacağı hukuk kuralının belirlemesinde yanılmışsa, buna dayanarak vereceği hükmün de yanlış olması kaçınılmazdır. İkinci aşamada hâkim, tespit ettiği hukuk kuralının gerçek ve doğru anlamını açıklar. Hâkim hukuk kuralının açıklanmasında (tefsirinde) hataya düşerse yapacağı hukuk uygulaması da yanlış olacaktır. Üçüncü aşamada hâkim bulduğu ve açıklayarak elle tutulur hâle getirdiği hukuk kuralında yer alan soyut vakıa ile davada tespit ettiği somut vakıayı karşılaştırarak vakıanın hukukî nitelendirmesini yapar (tavsif). Burada hâkimin yaptığı nitelendirme hukukun uygulanmasına ilişkindir. Hâkim, hukukun uygulanması alanında ilk üç aşamayı doğru olarak yürüttüğü takdirde nihayet mantıken varılan hukukî sonuç ortaya çıkar. Burada özellikle üzerinde durulması gereken husus; hâkimin “hukuki sonuca yönelik olarak kullandığı takdir hakkının bir hukuk meselesi” olduğu hususudur. Hâkim somut olaydaki hukuksal faaliyetin ilk üç aşamasını doğru olarak tamamladıktan sonra dördüncü aşamada vardığı hukukî sonucun “takdir hakkının” kullanılmış olduğu gerekçesiyle Yargıtay denetimine tabi olmadığı sonucuna varılamaz. Zira Yargıtayın maddi hukukun doğru olarak uygulanıp uygulanmadığı yönünden mutlak denetim yetkisi vardır. Takdir hak ve yetkisinin denetlenmesi de bir hukukîlik denetimi olup Yargıtayın yetki alanında bulunduğu da muhakkaktır.
24. Yukarıda anlatılanlarla birlikte somut uyuşmazlık değerlendirildiğinde; davacı tarafından mirasbırakan babası Mehmet Umucu’nun maliki olduğu 225 ada 3 parsel sayılı taşınmazını mirasçılardan mal kaçırma amacıyla ve muvazaalı olarak davalı oğlu ...’ya 18.07.2000 tarihinde satış göstererek temlik ettiği iddiasıyla eldeki davanın açıldığı, davalı tarafın çekişmeli temlikin muvazaalı olmadığını savunduğu, davacı vekilinin 17.10.2016 tarihli dilekçesiyle Muhittin Özkap, İbrahim Peşin, Kadir Umucu, Adem Çiçek ve Halil Umucu’yu davacı tanıkları olarak, davalı adına dava takipçisinin de 16.08.2016 tarihli dilekçesiyle Elife Sır, Zeliha Uğur, Kezban Sivridağ ve Durmuş Ali Şenol’u davalı tanıkları olarak gösterdiği, ilk derece mahkemesinin davalı tanıklarını yapılan keşif sırasında dinlediği, davacı tanıklarının dinlenme talebini ise tanık listesinin süresinde verilmediği gerekçesiyle reddederek neticeye gittiği, istinafa başvurulması üzerine bölge adliye mahkemesi tarafından duruşma açılarak davacı tanıklarının da dinlendiği anlaşılmaktadır.
25. İlk derece mahkemesi tarafından temlikin muvazaalı olduğunun kanıtlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verildiği, davacı vekilinin istinafı üzerine bölge adliye mahkemesince davacı tanığı Halil Umucu’nun beyanı başta olmak üzere davacı tanıklarının anlatımları, keşif ve alınan bilirkişi raporu uyarınca temlikin mirastan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğunun kanıtlandığı gerekçesiyle istinaf başvurusunun kabulüne, ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına ve davanın kabulüne karar verildiği görülmektedir.
26. Hemen belirtilmelidir ki, ilk derece ve bölge adliye mahkemelerince tarafların dayandıkları tüm deliller toplanmış ve çekişmeli vakıalar toplanan deliller çerçevesinde aydınlatılmaya çalışılmış, netice olarak maddi vakıalar tespit edilmiştir. Eldeki davada, yukarıda yer verilen (§22) istisnai hâller de bulunmadığından Yargıtay tarafından tespit edilen vakıalar ile bağlı kalınarak bir denetim yapıldığı ortadadır. Toplanan deliller ve tespit edilen vakıalar çerçevesinde temlikin muvazaa ile illetli olup olmadığının değerlendirilmesi HMK’nın 371/1-a fıkrasında belirtilen hukukun yanlış uygulanıp uygulanmadığı yönünde yapılan bir denetimdir. Bir başka deyişle tespit edilen vakıalara bağlanan sonuçların denetiminin hukukîlik denetimi kapsamında kaldığı ortadadır.
27. Öte yandan, bölge adliye mahkemesi davalı tanıklarının beyanlarına gerekçesinde hiç değinmemiş, bu beyanları tartışıp değerlendirmemiştir. Yine davacı tanık beyanlarına neden üstünlük tanıdığını da ortaya koymamıştır. Bu durumun, HMK’nın 371/1-c ve ç fıkrasında belirtilen bozma sebepleri kapsamında kaldığı açıktır.
28. O hâlde, somut olayda Yargıtay tarafından yapılan denetim ve neticesinde verilen bozma kararının 5235 sayılı Kanun ile 6100 sayılı HMK hükümlerine aykırı olduğunu söyleyebilme olanağı yoktur. İşin esasının incelenmesi gerekmektedir.
B-Muris Muvazaası Yönünden:
29. Muvazaa kavramı, Türk Hukuk Lûgatında; ‘‘Anlaşmalı saptırma gerçek dışı durumlara gerçekmiş niteliğini kazandırma işlemi. Hukuksal bir işlem konusunda gerçek duruma aykırılıkta birleşilerek yapılan ortak açıklama (beyan) ya da ortaya konulan belgedir. Danışıklı işlem’’ şeklinde tanımlanmıştır (Türk Hukuk Lûgatı, Türk Hukuk Kurumu, Cilt I, Ankara 2021, s. 819).
30. Muvazaa, pozitif hukukumuzda 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 19. (mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu'nun 18.) maddesinde düzenlenmiş ve anılan maddenin birinci fıkrasında;
"Bir sözleşmenin türünün ve içeriğinin belirlenmesinde ve yorumlanmasında, tarafların yanlışlıkla veya gerçek amaçlarını gizlemek için kullandıkları sözcüklere bakılmaksızın, gerçek ve ortak iradeleri esas alınır" hükmüne yer verilmiştir.
31. Buna göre muvazaa; tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacı ile ve fakat kendi gerçek iradelerine uymayan ve aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak hususunda anlaşmaları, şeklinde tanımlanabilir.
32. Muvazaa daha çok sözleşmenin yorumuyla ilgili olduğundan, öğreti ve uygulamada kapsamlı olarak incelenmiş ve belirli kurallara bağlanmıştır. Gerek öğretide ve gerekse uygulamada muvazaa, mutlak ve nispi muvazaa olarak iki gruba ayrılmaktadır; mutlak muvazaada taraflar herhangi bir hukukî işlem yapmayı (oluşturmayı) istemezler, yalnız görünüşte bir hukukî işlem için gerekli irade açıklamasında bulunurlar; nispi muvazaada ise taraflar gerçekten belli bir hukukî işlem yapmak isterler, ancak onu saklamak amacıyla, bir başka hukukî işlemin kurulduğu görüşünü yaratmak üzere irade açıklamasında bulunurlar.
33. Taraflar ister yalnız bir görünüş yaratmayı, ister ikinci bir gizli işlem yapmayı arzu etmiş olsunlar, görünüşteki (zahiri) işlem tarafların gerçek iradelerine uymadığından, ilke olarak herhangi bir sonuç doğurmaz. Muvazaada görünüşteki işlemin her türlü hukukî sonuçtan yoksun olması, tarafların ortak iradelerinin bu yolda olmasından kaynaklanmaktadır.
34. Eldeki davanın konusunu oluşturan ve “muris muvazaası” olarak isimlendirilen muvazaa türünün ise Türk Hukukunda büyük bir yeri ve önemi vardır. Muvazaa davalarının büyük bölümü muris muvazaasına ilişkin bulunmaktadır.
35. Az yukarıda açıklanan Türk Borçlar Kanunu’nun genel hükmü dışında muris muvazaasına ilişkin bir düzenleme kanunlarımızda yer almamaktadır. Muris muvazaası kaynağını daha çok Yargıtay İçtihatlarından ve bilimsel görüşlerden almakta ise de esas kaynağını 1.4.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararı oluşturmaktadır.
36. 1.4.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında sonuç olarak; “Bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların, görünürdeki satış sözleşmesinin Borçlar Kanunu'nun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine ve bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan Medeni Kanunun 507 ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağına” hükmedilmiştir.
37. 1.4.1974 gün ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı, mirasbırakanın tapulu taşınmazlarının temliklerinde yaptığı muvazaalı işlemlere ilişkindir.
38. Muris muvazaasında, mirasbırakan ile sözleşmenin karşı tarafı, aralarında yaptıkları bağış sözleşmesini genellikle satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile gizlemektedirler. Başka bir anlatımla, mirasbırakan ile karşı taraf malın gerçekten temliki hususunda anlaşmışlardır. Görünüşteki ve gizlenen sözleşmelerin her ikisinde de samimi olarak temlik istenmektedir. Ne var ki, görünüşteki satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesinin vasfı (niteliği) muvazaalı sözleşme ile değiştirilmekte, ayrıca gizli bir bağış sözleşmesi düzenlenmektedir. Görünüşteki sözleşmenin vasfı (niteliği) tamamen değiştirildiğinden, muris muvazaası aynı zamanda “tam muvazaa” özelliği de taşınmaktadır.
39. Muris muvazaasını öteki nispi muvazaalardan ayıran unsur ise mirasçıları aldatmak amacıyla yapılmasıdır. Daha açık bir anlatımla, 1.4.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında belirtildiği üzere bu muvazaa türünde mirasbırakan, mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapuda kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu memuru önünde iradesini satış veya ölünceye kadar bakma akdi şeklinde açıklamaktadır.
40. Bu nedenle, mirasbırakanın muvazaalı işlemi yaparken gerçek irade ve amacı mirasçılarından mal kaçırmak olmalıdır. Murisin mirasçılarından mal kaçırma amacının bulunmaması hâlinde 1.4.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararını uygulama olanağı bulunmamaktadır.
41. Muris muvazaasına dayalı olarak açılan davalarda ispat yükü ise muvazaanın varlığını iddia eden tarafa aittir. Gerek 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 6. maddesindeki “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür” hükmü ve gerekse 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 190/1. maddesindeki “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir” hükmü uyarınca, mirasbırakanın yaptığı temlikteki gerçek irade ve amacının mirasçıdan mal kaçırmak olduğunu, bu hususu ileri süren davacı taraf kanıtlamalıdır.
42. Diğer bir anlatımla, muris muvazaası davalarında, mirasbırakan tarafından yapılan temlikin muvazaalı ve terekeden mal kaçırma amacıyla yapıldığını ispat yükü davacı tarafa aittir.
43. Dava açan mirasçılar, mirasbırakan ile davalı arasındaki sözleşmenin dışında olduklarından üçüncü kişi konumundadırlar. Bu nedenle iddialarını tanık dâhil olmak üzere her türlü delille kanıtlamaları mümkündür. Kanunen kendilerine intikal etmesi gereken miras haklarına, mirasbırakan tarafından muvazaalı olarak yapılan sözleşme ile engel olunduğundan bu sözleşmenin muvazaalı olduğunu ileri sürerek iptalini istemekte hukukî yararlarının bulunduğu açıktır.
44. Ancak bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün, diğer bir söyleyişle mirasbırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır.
45. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması ise genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanması yanında, birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşınmaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, mirasbırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alış gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile mirasbırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.
46. Tüm bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, muris muvazaasına ilişkin davaların niteliği gereğince taraflarca sunulan delillerin, her somut olayın özelliğine göre az yukarıda açıklanan objektif olgulardan da yararlanılarak bir bütün olarak değerlendirilmesi ve sonuca ulaşılması gerekmektedir.
47. Yapılan açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında; 02.05.1925 doğumlu mirasbırakan Mehmet Umucu’nun 27.05.2004 tarihinde öldüğü geriye mirasçı olarak çocukları davacı ..., davalı ... ile dava dışı Halil Umucu, Elife Sır, Zeliha Uğur ve Keziban Sivridağ’ı bıraktığı, mirasbırakanın maliki olduğu dava konusu Niğde ili Çamardı ilçesi Çukurbağ köyünde bulunan 5.210,48 m2'lik kargir ahır ve arsası niteliğindeki 225 ada 3 parsel sayılı taşınmazını 18.07.2000 tarih ve 139 yevmiye numaralı akitle davalıya satış suretiyle temlik ettiği anlaşılmaktadır.
48. Bir kısım davacı tanıkları özetle; dava konusu taşınmaz üzerindeki ahırın mirasbırakanın sağlığında davacı ... tarafından inşa edildiğini ve hâlen Bahtiyar’ın kullandığını, taşınmazdaki evi ise davalı ...’in inşa ettirdiğini, mirasbırakanın çekişmeli taşınmaz dışında beş parça daha taşınmazı olduğunu, mirasbırakanın maddi durumunun iyi olduğunu beyan ettikleri, davacı tanığı Adem’in beyanında; taşınmaz üzerindeki tüm yapıları mirasbırakanın yaptırdığını, satışla ilgili bilgisinin bulunmadığını ifade ettiği, beyanı hükme esas alınan ve tarafların kardeşi olan davacı tanığı Halil’in; babasının ölümü ile sulu taşınmazları kardeşler arasında bölerek kullandıklarını, ancak kıraç taşınmazları hâlen paylaşmadıklarını, temlikten haberi olmadığını, babasının mal satmaya ihtiyacı olmadığını, babalarının ölümünden sonra çekişmeli taşınmazı paylaşmak isteseler de davacı ...’ın zaten üç erkek kardeş kullandıklarını ve paylaşmaya gerek olmadığını söylemesi üzerine vazgeçtiklerini beyan ettiği, tarafların kardeşleri olan davalı tanıkları Elife, Zeliha ve Keziban’ın benzer şekilde özetle; davalı kardeşleri Üzeyir’in dava konusu taşınmazı babaları Mehmet’ten satın aldığını, satış bedelinin elden ödendiğini, babalarının geçimini sağlamak için satmaya ihtiyaç duyduğunu ve davalının da alım gücü bulunduğunu, babaları ile davacı arasında bir sorun olmadığını, babalarının başka malvarlığının da bulunduğunu, satıştan tüm mirasçıların haberi olduğunu, hatta satış için pazarlığı davacı ağabeyleri Bahtiyar’ın gerçekleştirdiğini, babaları öldükten sonra miras paylaşımı için bir araya geldiklerinde dava konusu taşınmazda hakları olduğunu hiçbir mirasçının iddia etmediğini, diğer davalı tanığı Durmuş Ali’nin de aynı yönde beyanda bulunduğu tespit edilmiştir.
49. Davacı tanıklarının beyanları arasında kısmi çelişkiler bulunduğu gibi hiçbir davacı tanığı çekişmeli temlikin mirastan mal kaçırma amaçlı yapıldığını ifade etmemiştir. Beyanı hükme esas alınan ve tarafların kardeşi olan davacı tanığı Halil satıştan haberi olmadığını beyan etmiş ise de; davanın kabulle sonuçlanması hâlinde ileride hak iddia edebilecek tarafların diğer kardeşleri Elife, Zeliha ve Keziban birbirlerini doğrulayan beyanlarda bulunarak mirasbırakan tarafından gerçek bir satış yapıldığını ifade etmişlerdir. Bu nedenle davalı tanıkları Elife, Zeliha ve Keziban’ın beyanlarına üstünlük tanınması gerekmektedir.
50. Öte yandan, davacı vekilinin 17.10.2016 tarihli beyan dilekçesinde kabul ettiği ve bir kısım tanıklarca da ifade edildiği üzere, mirasbırakanın dava konusu taşınmaz haricinde de taşınmazları olduğu ve hatta değerli olanlarının mirasçılar arasında paylaşıldığı anlaşılmıştır.
51. 01.04.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararını uygulayabilmek için davacı tarafın mirasbırakanın yaptığı temlik ile mirasçılarından mal kaçırma amacıyla hareket ettiğini ispatlaması gerekmektedir.
52. Yukarıda anılan tüm hususlar birlikte değerlendirildiğinde, eldeki davada ispat yükü kendisinde olan davacı tarafın mirasbırakanın çekişmeli temlik ile mirastan mal kaçırma amacıyla hareket ettiğini kanıtlayamadığı anlaşılmıştır. Akit tablosunda gösterilen bedel ile dava konusu taşınmazın keşfen saptanan gerçek değeri arasındaki fark da tek başına muvazaanın kanıtı sayılamaz.
53. Hâl böyle olunca, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
54. Bu nedenle direnme kararının Özel Daire bozma kararında belirtilen ve yukarıda açıklanan ilave nedenlerle bozulmasına karar verilmesi gerekmiştir.
IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davalı adına dava takipçisinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen ve yukarıda açıklanan ilave gerekçe ve nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 371. maddesi gereğince BOZULMASINA,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,
Dosyanın 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 373/2. maddesi uyarınca Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 15.03.2022 tarihinde oy birliği ile kesin olarak karar verildi.